Yüksek Çayır yaşam alanı, Sarıkamış - Kars, Fotoğraf: Emrah Çoban
Açık Yeşil’de, KuzeyDoğa Derneği’nin kurucusu olan ve uzun yıllardır doğa koruma alanında çalışan, Utah Üniversitesi’nden çevrebilimci Prof. Çağan Şekercioğlu ile Biological Conservation dergisinde yayımlanan “Türkiye’nin Küresel Önemdeki Biyoçeşitliliği Krizde” başlıklı, kapsamlı makalesinden yola çıkarak Türkiye’nin ekolojik sorunları, biyoçeşitliliğinin karşı karşıya olduğu tehditler üzerine konuştuk.
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 30 Mb.
19 Eylül 2012 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.
Açık Yeşil’in podcast servisine abone olmak için tıklayın.
***
Ümit Şahin: 94.9 Açık Radyo’da Açık Yeşil başlıyor, ben Ümit Şahin.
Ömer Madra: Ben de Ömer Madra.
ÜŞ: Destekçimiz Dilek Sağıroğlu’na teşekkür ediyoruz. Bugün bir konuğumuz var, önemli bir konuğumuz; Türkiye’nin en önemli doğa korumacılarından ve bilim insanlarından biri, Utah Üniversitesinde öğretim üyesi olan ve aynı zamanda KuzeyDoğa’nın kurucusu Çağan Şekercioğlu telefon hattımızda. Günaydın Çağan bey.
Çağan Şekercioğlu: Günaydın, nasılsınız?
ÖM: Günaydın.
ÜŞ: Teşekkürler, hoş geldiniz.
ÇŞ: Hoş bulduk, sağolun.
ÜŞ: Çağan Şekercioğlu ile bir süredir hep konuşmak istiyoruz, en önemli nedeni yaptığı son çalışmalar tabii ama ondan da öte geçen sene yayınlanan çok önemli bir makalesi var, bir grupla birlikte yayınladığı Biological Conservation dergisinde çıkan ve ‘Türkiye’nin küresel önemdeki bio çeşitliliği krizde’ başlığını taşıyan çok uzun kapsamlı bir yazı, yaklaşık 18 sayfalık bir yazı, yüzlerce referansı olan ve baştan sona aslında yazı Türkiye’deki doğa korumacılık meselelerinin ötesinde ekoloji sorununu analiz eden aslında tehdit eden türler, vs. üzerinden analiz eden çok önemli bir yazı bence. Biraz bu yazıdan bahsedip ardından da son çalışmalarınız, KuzeyDoğa’da neler yapıyorsunuz? Oraya doğru gidelim istiyoruz bugün. Birazcık siz yazıdan başlarsanız bahsetmeğe biz de sorularla devam edelim.
ÇŞ: Tamam. Bu yazı esasında bayağı bir geçmişi var; 2003 yılında yazmağa karar verdim, hatta dergi editörüyle de konuştum ilgilenir misiniz diye. “Tabii ilgileniriz” dediler. Bunun sebebi de ben işte 93’den beri ABD’deyim, işte bursla Harvard üniversitesinde okudum, sonra yine bursla Stanford üniversitesinde doktoramı yaptım ve sürekli de orada tabii Türkiye’nin bir tanıtım elçisi gibi özellikle doğa ve bio çeşitliliği konusunda insanlara anlatıyorum ülkemizin zengin doğasını ve bio çeşitliliğini. Ama şunu anladım yani hiç tanınmıyor Türkiye’nin bu zenginliği, öyle ki uzmanlar bile Harvard üniversitesindeki coğrafya hocam bile Türkiye’de en kuzeyde dünyada çay yetiştiğini bilmiyordu, Çin diye anlatıyordu derste. Bir çok insana bahsedince, mesela Türkiye’de kurt var “biz Kars’ta kurtları araştırıyoruz” deyince herkes “Türkiye’de kurt mu var?” diye sorular soruyordu. İşte yıllardır sürekli insanlara anlatmaktan da yoruldum biraz 2003 yılında dedim ki ben bunların hepsini bir derleme makalesi olarak Türkiye’nin bio çeşitliliği, farklı gruplar, eko sistemleri, doğa sorunları, doğa koruma sorunları, bir derleme makalesi olarak hepsini toparlayayım. Yani sürekli dil döküp anlatacağıma insanlara makalemi vereyim diye düşündüm.
ÜŞ: Ama makalenin başlığı ‘Türkiye’nin çok zengin bir bio çeşitliliği’ var olmamış ‘bio çeşitlilik krizde’ olmuş değil mi? Aslında ön plana çıkan bu kriz.
ÇŞ: Tabii, şunu düşünürsek 2003 yılından bu yana bu kriz çok arttı, yani ilk başta öyle bir plan vardı ve zaten bu bilginin de derlenmesi hem yıllar aldı hem de derlendikçe giderek olayın kriz boyutu ön plana çıktı ve öyle ki en sonunda baktım ki yani ben esasında bunu istesem ansiklopedi olur, bitmez. 2009 yılında İTÜ’de bir çalıştay yaptık, işte yurt dışında çalışan genç ekoloji ve evrim konusunda çalışan bilim insanları Nüzhet Dalfes hocamız organize etti, TUBİTAK da destek verdi. Yani o çalıştayda dedim ki şöyle bir makale var, bunu biz hep beraber oturalım herkes bir tarafından tutsun, işte bitirelim ve detaylı bir inceleme olsun ve bu şekilde bitki konusunda uzman olan arkadaşlarımız onlar bitkilerle ilgili bir şeyler yazdı, işte böcekler, deniz canlıları, iklim, vs. Ben de toparladım, kendi yazdıklarımı ekledim, üstüne de en güncel bilgileri koyduk, bu şekilde 21 bin kelimelik yaklaşık 247 referanslı güzel bir çalışma oldu. Ben özellikle bu son 2 yılda bu makaleyi toparlarken, bitirirken anladım ki, zaten farkındaydım KuzeyDoğa’dan dolayı, durum gerçekten çok vahim. Öyle ki artık makale bitmiş, fiiliyata gelmiş, son düzeltmeleri yapıyoruz, baskıya gidecek, ben düzeltmeyi yapıyorum aynı hafta yeni bir kriz çıkıyor ama yani böyle ciddi bir sorun yaşanıyor. Yeni bir kanun çıkıyor Türkiye’nin doğasına çok zarar verecek hadi onu ekliyorum, tam bitti diyeceğim yeni bir şey daha çıkıyor onu eklemek zorundayım, vs. Yani makale bitmiyordu çünkü her hafta çok ciddi bir sorun çıkıyor makalede yer alması gereken ve bu işin ekolojik kriz boyutu makalede ön plana oturdu.
ÜŞ: Ama en baştan benim en çok dikkatimi çekenlerden bir tanesi de siz Türkiye’deki yönetimin, hükümetlerin kalkınma takıntısını daha giriş bölümünden koymuşsunuz. Yani aslında bu krizin saptanmasının ötesinde nedenine yönelik tespitleriniz de var.
ÇŞ: Tabii, esasında onun da hakkını vereyim, ilk başta bahsettiğim ‘developmentalist obsession’ yani ‘kalkınma takıntısı diyebileceğimiz kavram da zaten referans gösterdiğimiz Daily News gazetesinde bir köşe yazarından alınma bir kavram ve bu çok güzel bir tespit olduğu için bunu özellikle işaret için kullandım referans göstererek. Evet bizim esas sorunumuz bu daha biraz eski kafalı diyeyim, yani 1950’lerde, 60’larda ABD’de gördüğümüz, dünyanın diğer ülkelerinde gördüğümüz yani inşaatla kalkınma, işte binalarımız, barajlarımız olsun şeklinde bir takıntı. Tabii ülkenin kalkınması kötü bir şey değil fakat bu bilinçsiz bir şekilde her tarafa inşaat yaparak olursa hem toplumun hepsine yayılmıyor, belli bir azınlığa fayda sağlıyor hem de Türkiye’nin en büyük değeri olan doğal zenginliği, ekolojik zenginliğini yok ediyor ve esasında kalkınma değil gerilememize yol açıyor. Çünkü sonuçta doğal zenginlik en büyük servetimiz. Zaten ‘ekosistem hizmetleri’ diye bu ekolojide artık büyük yer kazanmış bir kavram ve ekolojinin, eko sistemlerin de bize büyük faydaları var, özellikle kırsal kesimde yaşayan insanlar çoğunlukla zaten sağlıklı eko sistemler sayesinde hayatta kalıyor ve geçiniyor. Biz bunları yok ederek esasında gerçek anlamda kalkınmamızın da önünü kesiyoruz ve bu artık tamamen bir kriz boyutuna ulaştı. Çünkü yani doğa sürekli ikinci planda, hatta planda bile değil, yani yeter ki gayri safi milli hasıla artsın ama tabii bu GSMH nasıl dağılıyor, kimlere dağılıyor? Bu da pek sorgulanmıyor, genellikle bir azınlık daha çok en çok faydalanıyor ve doğal kaynakların yok olmasından da hepimiz zarar görüyoruz.
ÖM: Bu saplantı referansını aldığınız kimdi?
ÇŞ: Tabii açıkcası
ÜŞ: Cengiz Aktar galiba?ÇŞ: Evet doğrudur. Zaten referans listesinde bakarsanız referans gösterilmiş kendisi.
ÖM: Bizim programcımız da olduğu için özellikle hatırlatmak istedim.
ÇŞ: A çok iyi, isabet!
ÜŞ: Burada bir yazıdan da yola çıkarak aklıma gelen birkaç şeyi sormak istiyorum. Biz tabii Türkiye’de sürekli HES projeleriyle, termik santraller, bu çıkarılan yasalarla falan, yani işin makro boyutuyla birazcık daha fazla ilgileniyoruz ister istemez işin içinde olanlar olarak. Fakat sahada sizin gibi doğa korumacı olarak çalışanlar hariç aslında çok da fazla işin detayını bilmiyoruz. Mesela ben açıkçası sizin alanınız kuşlar daha çok değil mi, daha çok bu konuda uzmansınız?
ÇŞ: Evet.
ÜŞ: Mesela Türkiye’de hangi kuşlar daha çok tehdit altında? Mesela yazıda soyu tükenmekte olan çok sayıda memeliden bahsediliyor Türkiye’de tehdit altında olan 11 miydi 18 miydi memeliden bahsediliyor. Bunlar aslında çok yüksek rakamlar fakat biz bunları bilmiyoruz. Yani Türkiye’de hangi memeliler tehdit altında, hangi kuşların soyu tükeniyor? Biraz genel bir çerçeve çizebilir misiniz?
ÇŞ: Tabii. Şimdi bir ülke çapında bir yurt çapında yani uluslar arası çapta tehdit durumu var ve şimdi Türkiye’de kuşlar açısından yaklaşık 30 türümüz küresel çapta tehdit altında ya da tehdide yakın kategori içerisinde ve bu da tüm türlerimiz 469 zaten en son türü de biz KuzeyDoğa Derneği olarak halkaladık 30 Ağustos’ta.
ÜŞ: Evet yazıda 468 çünkü siz geçen hafta galiba değil mi yeni bir veya geçenlerde yeni bir tür buldunuz?
ÇŞ: Küçük bir atmaca türünü ilk kez Iğdır ara istasyonumuzda halkaladık, bu şekilde 469 oldu. İşte memeliler açısından esasında durum biraz daha önemli şu açıdan, endemik Türkiye’ye özgü kuş türleri yok ama memeli türü var ve özellikle bizim ufak memelilerimizden Türkiye’de endemik özgün türler var ve bunlar genellikle tehdit altında ama Türkiye’de en önemli sorun yani tehdit altında türler açısından bitkiler. Çünkü 3 bin bitki tünü Türkiye’ye endemik yani ülkemiz dışında bulunmuyor ve bunların büyük kısmı da küresel çapta tehdit altında ve maalesef çoğu herhangi bir koruma altında değil pratik anlamda.
ÜŞ: Peki en önemli nedeni nedir sizce? Sizin gözlemleriniz, bu araştırmalardan çıkan sonuç nedir? Bu tehdidin en önemli nedeni işte kirlilik mi, barajlar mı ya da başka bir şey mi? Yani en ön plana ne çıkıyor?
ÇŞ: Doğal alanların yok olması yani bir çok şey bunun altına giriyor, işte sulak alanlarımızın kurutulması, özellikle son 50 yılda yaklaşık 1.3 milyon sulak alanı kaybetmişiz, barajlar da tabii nehir eko sistemlerini yok ediyoruz. Şimdi Türkiye’de orman, bitki örtüsü artmış, %6 artmış son 30 yılda ama yaşlı ormanlar hala kesilmeğe devam ediyor, en güzel örnek çalıştığımız şu an içinde bulunduğum Sarıkamış Allhuekber dağları milli parkı. Burada yaklaşık 60 kilometrekare yaşlı orman korunuyor ama Sarıkamış ormanları 400 kilometrekare ve bunun çoğu hala resmi olarak kesiliyor. Sonuçta biz burada 90 bin şehit vermişiz o açıdan bunlar şehitlerin kanıyla sulanmış diyebileceğimiz ormanlar. Daha hala bunlar dahil normal kereste muamelesiyle kesiliyor. Yani doğal alanların yok olması o yüzden en büyük tehdit eden faktör.
ÜŞ: Bunun nedenlerinden bir tanesi de herhalde yerleşimlerin yayılması değil mi? Veya sanayi mi daha çok yoksa şehirleşmenin mi?
ÇŞ: Tabii şehirleşmenin de etkisi var. Hatta yeni çıkan bu hafta çıkan bir makale, daha 2 gün önce gördüm, dünya çapında incelemiş bu durumu ve bütün dünyadaki bio çeşitlilik sıcak noktalarına bakmış ki Türkiye’de 3 ayrı bio çeşitlilik sıcak noktasıyla neredeyle tamamı kaplı tek ülke dünyada. Ve önümüzdeki yaklaşık 50 yıl içerisinde şehirleşmenin en çok alanı tehdit ettiği dünyadaki 4 bio çeşitlilik sıcak noktasının 3’ü ülkemizin içinde bulunduğu Akdeniz, Kafkaslar ve İran-Anadolu.
ÖM: Bu benzersiz, ünik bir yapıyı da oluşturuyor aynı zamanda değil mi ekolojik anlamda?
ÇŞ: Tabii bu sıcak noktaların bir arada olması, kesişmesi aynı zamanda hem onların sağladığı zenginlik var hem de bu kesişme alanlarındaki ‘ekoton’ diyebileceğimiz yani iki farklı ekosistemlerin bir araya gelmesinin doğurduğu bir zenginlik var.
ÜŞ: Peki iklim değişikliği nasıl bir etki yapıyor? Yani bu bio çeşitlilik üzerine bir etkisi var mı gözle görünen şu anda?
ÇŞ: Kesinlikle, zaten iklim değişikliği tüm şu anda bulunan tehditlerin üstüne de yeni ve çok büyük bir tehdit olarak eklenmiş durumda. Ben bunu 2008 yılında küresel çapta yaptığım bir analizde inceledim ve dünyadaki kara kuş türlerine baktım. Dünyadaki karasal ki bu dünya kuş türlerinin %86’sı demek, yani sulak alan ve deniz türlerini katmadım. Habitatların iklimden dolayı farklı alanlara kayması zorunluluğu doğuyor. Örneğin iklim sıcaklaşınca belli orman tipi artık orada yaşayamıyor ve bu en kötü durumda dünyada 2500 kuş türünün yok olmasına yol açıyor senaryolarımızda. Bu da karasal kuş türlerimizin %30’u demek ve ortalama bir senaryoda ise yaklaşık en son beklentiye göre yani 2100 yılında 3,5 santigratlık bir ısınma bekleniyor şu anki duruma göre ortalama. Yani 600 ila 900 kuş türünün yok olması ortalama bekliyoruz senaryolarımıza göre.
ÖM: Bu tabii bir daha ebediyen sonsuza kadar geri getirilemeyecek ve bütün yaşama zincirini, dokusunu da tahrip edecek bir şey olarak, yani felaketlerin en büyüğü desek yeridir herhalde değil mi?
ÇŞ: Soy tükenme sonsuza dek tabii ki bir tür gidince geri gelmesi mümkün değil.
ÜŞ: Peki sizin biraz da yaptığınız çalışmalardan isterseniz söz edelim. Geçen aylarda bir konuşmanızı dinlemiştim, orada en çok üstünde durduğunuz aslında en ilgi çekici olanlardan bir tanesi de bu yaban hayatı koridoru meselesi. Türkiye’nin ilk yaban hayatı koridorunu açtınız galiba. Biraz ondan bahsedebilir misiniz? Nedir bu koridor, ne işe yarıyor, nerede yapıldı?
ÇŞ: Evet bu orman su işleri bakanlığı ile yapılan bir proje, ağaçlandırmayı onlar yapıyor. Zaten şu an ben Sarıkamış’tayım ve bu da koridorun başlangıcı. Bu demin bahsettiğim işte Sarıkamış’ın izole ormanını 400 kilometrekare dediğimiz kuzeye doğru, kuzeydoğuya doğru diğer Göle, Ardahan gibi diğer izole orman parçalarıyla birleştirerek en son Posof yaban hayatı geliştirme sahasında biten bir ağaçlandırma koridoru. Bu şekilde yaklaşık 7 bin hektar ağaçlandırmayla 53 bin hektarlık orman alanı birbirlerine bağlanıyor ve korunuyor. Bütün bu alanda Karadeniz’in, doğu Karadeniz’in, Kafkasların büyük ormanlarıyla birleşmiş oluyor. Bu tabii çok uzun vadeli bir proje. 2008 yılında ilk bakanlığa önerdim ve daha sonra topladığımız bilimsel verileri, işte kurtları ilk kez Türkiye’de geçen sene takip ettik vericilerle ve bir kurtun İstanbul ilinin yüzölçümünden daha büyük bir alanı kullandığını gösterdik 5600 kilometrekare. Diğer kurt da büyük bir alan kullandı. Yani bu veriler de gösterdi ki 230 kilometrekare’lik Sarıkamış milli parkı esasında bu büyük yaban hayvanları için boz ayı, kurt, vaşak gibi çok küçük ve yetersiz. Bu verileri Aralık ayında ilk verileri bakanlığımıza gösterdik doğu koruma milli parklar genel müdürlüğüne. Harita üzerinde de çok bariz görünüyor kurtların ne kadar büyük bir alan kullandığı.
ÜŞ: Peki o yaban hayat koridorunu kullanmağa başladılar mı?
ÇŞ: Koridorun alanını zaten kullanıyorlar şu anda fakat koridorun ağaçlandırılması daha başlamadı. Bu yaz toprak örnekleri alındı, planlama yapıldı, işte son güzergah çizildi ve önümüzdeki ilkbahar ağaçlandırılmasına başlanacak ama kurtlar zaten koridor alanına da girip çıkıyor yani bütün bölgede büyük bir alan kullanıyorlar.
ÖM: Ağaçlandırma denirken nasıl, ne gibi kriterler uyguluyorsunuz? Yani benim bilebildiğim kadarıyla, hatırımda kaldığı kadarıyla aynı tip ağaçların oluşturduğu şeylere orman bile denmiyor aslında onlar tek tip monokültür sayılıyor ve biyolojik çeşitlilik açısından yetersiz ve zayıf bünye gösteriyorlar.
ÇŞ: Tabii.
ÖM: Nasıl ağaçlandırıyorsunuz?
ÇŞ: Bölgedeki birkaç ağaç türü kullanılacak ve orman altında da kuşburnu gibi özellikle ayıların sevdiği bölgeye has çalılar da dikilecek. Yani buradaki bir avantaj bölgedeki doğal ormanın da çoğunlukla sarıçam dediğimiz pinus sylvestristen oluşması ve bu ağaçlandırmada da kullanılan bir ağaç olduğu için o açıdan bir avantajımız var. Yani ilk başta en azından hızlı bir şekilde pinus sylvestris ağaçlandırılmasıyla koridorun yapısı yani orman örtüsü oluşmağa başlayacak ve bölgeye özgün diğer türler de buna eklenecek kuşburnu gibi çalılar dahil olmak üzere. Yani bu ormanı tabii ki biz buradaki doğal ormanı her türüyle yaratmamız mümkün değil ama zaten tür açısından çok zengin bir orman değil pinus sylvestrisin dominant olduğu bir orman. Bu şekilde orman örtüsü diğer bitki türleriyle de desteklenecek.
ÜŞ: Yine bu konuşmanızda bahsetmiştiniz, Türkiye’deki yetkililerin bu doğa koruma meselelerine bakış açısını gösteren biraz trajikomik bir örnekti. İsrail ajanı kuş haberi bir tarım il müdürü mü bir yetkilinin “kuşu inceliyoruz, ajan olabilir” gibi bir açıklaması söz konusuydu. Bu olay hani hep gülmek için anlatıyoruz ama bu ne kadar yaygın bir paranoya Türkiye’de?
ÇŞ: Esasında bu biraz
ÜŞ: Yoksa basın mı abartıyor?
ÇŞ: Pek gelmedi, öte yandan bana sorarlar işte “sen ajan mısın, ne yapıyorsun bu Kars’ta niye kuşları çalışıyorsun?” diye. Her zaman maalesef bir şüphe var ama yani bizi artık buradaki çalışmalarımız benimsendi, yerel gazetelerde, ulusal gazetelerde duyulduğu için bizim başımıza gelmiyor. Biz zaten o haber çıktığı gün ben gazeteye de Habertürk’e yani doğrusun yazdım, yayınlasalar tabii iyi olurdu, belki de bu tip bir uluslar arası boyuta ulaşmazdı. Daha sonra uluslar arası BBC bunu Türkçe’den çevirip yayınlayınca bana da telefonlar geldi Amerikan ulusal radyosundan. Onlara ben açıkladım durumu, Türkiye’de böyle bir bilinç olduğundan, bunun bir istisna olduğundan falan bahsettim. Zaten o haberin alttaki yorumlara bakarsanız %90’ı bunun saçma bir şey olduğunu, bunun farkında.
ÜŞ: Evet dalga geçiyor.
ÇŞ: Kuş halkalamadan bahsetmiş, hatta haber altındaki birkaç yorum KuzeyDoğa derneğinin çalışmalarından bile bahsetmiş. Yani bu bilincin artık oluşuyor olması güzel bir şey ama bizim de bilim insanları olarak görevimiz sadece kuş halkalamak değil, yani kuş halkalamanın önemini, doğayı korumanın, araştırmanın önemini de insanlara sürekli anlatmak. Yani bizim de burada üzerimize düşen önemli bir görev var.
ÖM: Son olarak belki de adı da geçmişken KuzeyDoğa derneğinin amaçları, çalışmaları ve etkinliği konusunda birazcık özet bir bilgi verebilir misin?
ÇŞ: Tabii. Öncelikle web sitemiz kuzeydoga.org, ben Twitter’da Şekercioğlu olarak çalışmalarımızı takip edebilirsiniz. Şimdi KuzeyDoğa isminden de anlaşılacağı gibi Kuzeydoğu Anadolu’ya odaklanmış serhat illerimiz Kars, Iğdır, Ardahan, Ağrı. Bu bölgede yaban hayatının ve bölge ekolojisinin araştırılması, etki olarak korunması, gereken yerel ve ulusal kurumların işbirliğiyle ve bölgedeki yaban hayatı ve doğanın eko turizm yoluyla tanıtılarak bölge halkına da bir fayda sağlanması diyerek özetleyebiliriz.
ÜŞ: Peki çok teşekkür ederiz, çalışmanızın arasında sizi programa almak durumunda kaldık.
ÖM: Şarj bitmeden de teşekkür edelim.
ÇŞ: Evet 7 yıllık telefonumu artık yenilemem lazım, pek şarj tutmuyor.
ÜŞ: Daha sonra yeni gelişmeler oldukça yine görüşelim.
ÖM: Evet eskiden daha önce de programlarda konuşmuştuk, birkaç kere fırsatımız olmuştu. Önümüzde de tekrar görüşme dileğiyle diyelim çok teşekkürler.
ÜŞ: Çok sağ olun.
ÇŞ: Ben teşekkür ederim ilgilendiğiniz için, iyi programlar, hoşçakalın.
ÜŞ: Çağan Şekercioğlu ile konuştuk, Utah üniversitesi öğretim üyesi ve KuzeyDoğa Derneği'nin kurucusu, Türkiye’de de doğa koruma alanında en aktif çalışan, en iyi bilinen, en yoğun ben açıkçası Twitter’ten falan takip ediyorum kendisini. Hiç durmadan sürekli çalışan, bir şeyler yapan, bugün de zaten programa araziden katıldı.
ÖM: Geçen 2 haftaki önceki programda sözünü etmiştik, biraz daha etraflıca üzerinde durabiliriz diye
ÜŞ: Bu organik gıdalar aslında o kadar da iyi değilmiş haberi değil mi?
ÖM: Evet, Stanford üniversitesinde yapılmış bir çalışmanın ‘organik gıdalar daha sağlıklı ya da daha güvenli mi konvansiyonel alternatiflerine göre sistematik bir araştırma’ başlığını taşıyan bir araştırma vardı ve bir çok gazete tarafından da ve güvendiğimiz gazeteler tarafından dahi üstüne atlayarak “gördünüz bakın işte organik gıdalar daha sağlıklı değilmiş filan gibi yorumlara da yol açtı. Araştırmayı görmeden üzerinde konuşmak doğru olmaz demiştik ama şüphe uyandıracak pek çok nokta vardı. Şimdi hem araştırmanın özetine bakma fırsatımız hem de bunun üzerinde dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Francis Moore Lape’nin yazdığı bir makale var, kısaca ondan bahsedersek. Bir kere bu Stanford araştırması organiklerin değerini aşağılıyor diye bir şey duyduğum zaman yani pahalı, görece olarak pahalı organik yiyeceğin daha sağlıklı olmadığı ve daha güvenli olmadığını pestisitlerle, böcek öldürücülerle üretilen ürünlere göre olduğunu duyunca ne, neden bahsediyor diye şimdi gerçekten araştırma bunu söylüyor mu? Hayır, kesinlikle değil ama araştırmayı yapanların tavrını da eleştiriyor Francis Moore Lape ve diyor ki “daha özenli bir üslup seçebilirlerdi, hatta kendi bulgularını da çelişkiye düşüren üsluplar da kullanılıyor. Mesela organik gıdaların tüketilmesi açıkça söylüyor ki pestiside olan maruz kalma durumunu, pestisit kalıntılarını, böcek öldürücü zehirlerini ya da antibiyotiğe direnç kazanmış bakterilere karşı maruz kalmalarını arttırır” diyor. “Tamam bu azaltabilir gibi bir terim kullanmaları çok yanlış yorumlara da kötü niyetlilerin eline de fırsat veriyor” diyor. “Kendi verilerine bakıldığı zaman -ki ben de baktım aynı şekilde- çok net olarak daha raporun açılış cümlesinde denenmiş organik ürünlerin %30 daha pestisit kalıntılarına göre, böcek öldürücü zehirlerine göre %30 daha az ihtiva ediyor olduğunu söylüyor bu zaten yeter de artar bile. Yani zehire %30 oranında daha az maruz kalmak. Ama raporun kendisine bakıldığı zaman bu özette değil yani şöyle bir cümle var, zaten her türlü tartışmayı ortadan kaldıracak nitelikte. “Tespit edilebilir, ortaya çıkarılabilecek pestisit kalıntıları, böcek öldürücü kalıntıları organik ürünlerin sadece %7’sinde bulunmuştur. Buna karşılık konvansiyonel yani gübre ve pestisitler kullanılarak yapılan ürünlerde %38’inde bulunmuştur” diyor. Bu %80’den fazla bir maruz kalma
ÜŞ: Ben de tam onu diyecektim, %30 yapmaz ki bu.
ÖM: %30 yapmaz %80 yapar. Yani “her halükarda Stanford’un araştırması pratik ve klinik anlamda da laboratuvar anlamında da çok anlam taşımıyor” diyor Lape. Dünyanın ilk bu konulardaki kitabını yazan 40 yıl önce ‘Diet For A Small Planet’ (Küçük Bir Gezegen İçin Beslenme) diye ilk bu konuda 27 yaşındayken yazan, şimdi de 40 yıl geçtikten sonra yeni bir kitapla ‘Ekolojik Düşünce’ yani “yeni bir dünya yaratmak için düşünce tarzımızı değiştirmeliyiz” diye de bir kitabı yeni yayınlanan Lape çok büyük bir uzman. Kızıyla birlikte de sivil toplum kuruluşları oluşturdular, çalışıyorlar. O diyor ki “bu araştırmanın başka insanı şoke edecek kadar eksikleri de var. En önemli eksiği de şu, uzun vadeli bir araştırmaya dayanmıyor. Yani sadece ilk...
ÜŞ: Kesitsel mi yapılmış?
ÖM: Hayır çok uzun vadeli araştırmalarda ancak çıkabilecek olan bu gibi kimyevi ve laboratuar şeylerini. Yani 2 günden 2 yıla kadar uzanan bir bölümü almışlar. Oysa herkesin de bildiği gibi bu alanlarla uğraşan kimyasal şeylere maruz kalma durumları genellikle 10 yıllar alır, özellikle kanser ve nörolojik sinir hastalıkları, bozukluklarında filan olduğu gibi” diyor. Bir de araştırmanın çok çok önemli bir başka eksiğinden de bahsediyor. Daha sağlıklı ve daha güvenli olduğundan bahsederken “tüketicileri sadece ele almışlar. Oysa asıl üretenlerin maruz kaldıkları korkunç şeyleri kimse bilmiyor da olamaz” diyor. Yani lösemi, nonhockins, lenfoma, multiple mialoma, yumuşak doku sarkoması gibi, ayrıca deri, dudak, miğde, beyin ve prostat kanserlerine yol açtığı kesin tespit edilmiş bu pestisitlerin filan. Dolayısıyla artık organikte bu konuda bir tartışma yok ve son olarak da şunu söylüyor, yeni bir araştırmada New Castle üniversitesinden organik meyve ve sebzelerin ortalama gıda bakımından zengin olma seviyesi %12 daha fazla çıkmış. E daha ne olacak yani? Organik konusunda bir tartışma olabilir mi?
ÜŞ: Aslında burada en enteresan olan ve bence üzerinden araştırma yapılması gereken alan, neden gazetelerin böyle bir haberin üzerine bu kadar şevkle atladıkları ama hani şey gibi bir olay mı acaba? İnsan köpeği ısırırsa haber olur tarzında bir şey mi? Yoksa gerçekten bu mu isteniyor yani böyle haberlerin verilmesi ve hani bir tek araştırmada bunun çıkmış olması, işte bunun tersi olan 100 tane araştırmanın önüne geçebiliyor aynı iklim değişikliğinde de olduğu gibi.
ÖM: Aynı zaten ve kabul etmek istemeyen bir zihniyet bu gerçeklikle yüzleşmek istemeyen bu konuda çıkmış önemli bir Türkiye’de olumsuz anlamda önemli bir yazı vardı, köşe yazısı İsmet Berkan’ın ona daha sonra da değinme fırsatı bulmalıyız bence.
ÜŞ: Bir de artık gelecek haftaya kaldı ama ozon günüydü 2-3 gün önce, 16 Eylül Montreal protokolünün 25. yılı önemli bir şeydi. Belki bu ozon tabakası meseleleri ne durumda gelecek hafta vakit bulursak ondan da konuşuruz. Zamanımızı gene geçtik, gelecek hafta görüşmek üzere hoşça kalın.
ÖM: Hoşçakalın.
(19 Eylül 2012 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)