Merhaba kâinat!..
Hafta sonu tatiline girerken kendimizi ve sizi bıraktığımız yer, zulmet’ti. Yani zifiri karanlık.
Esas olarak, Bağdat şehrinin üzerine çöken şeyi kastediyorduk. Gerçekten, Amerikan ve ve İngiliz istilâcılarının taarruzu ile birlikte gerçekleşen Cumartesi ve Pazar muharebelerinin ardından “olay mahalli”ne giden savaş muhabiri Fisk – cesetlerin, kanların ve kusmukların ortadan kaldırılmasından sonraki “manzara”yı şöyle tarif ediyor:
“Muharebelerin geçtiği alanların birkaç yüz metre ötesine yağan bombaların patlamalarından çıkan toz-duman öylesine büyüktü ki, Bağdat’ı çevreleyen petrol ateşiyle de birleşince, görüş mesafesi birkaç yüz metreye kadar düşmüştü.” (The Independent)
Karanlık basmıştı basmasına da, onunla kalmayacağı gün gibi âşikârdı. Amerikalılar, Irak Enformasyon bakanının dediği gibi geliyorlar, Irak’ın savunmasını deniyor ve Iraklılar karşı-saldırıya geçtiği anda da gidiyorlar”dı.
Çok daha tehlikeli, çok daha karanlık günler geleceği kimseden saklanamaz bir gerçek halini almıştı. “Amerikalılar bir daha geldiğinde herşey çok daha farklı olabilir,” diye yazıyordu Suzanne Goldenberg de. (The Guardian)
* * *
Karanlık, sadece orada kalmıyor. Bu savaşın en büyük ve henüz yanıtlanmamış sorusu kimin ölüp kimin kaldığı. Uluslararası Kızılhaç Örgütü, hastanelere gelen yaralıları artık sayma imkânı kalmadığını resmen açıklamış bulunuyor. Sayma yerine kaba bir hesapla yetiniyor örgüt: Pazar akşamı bombardımanının en hızlı olduğu dönemde, hastanelere giriş yapan yaralı “debisi” saatte 100 civarındaymış. Ayrıca, Pazar akşamına kadar ölen Iraklı sivil sayısının 1049 olabileceği de bağımsız bir başka kuruluş (bodycount, yani ceset sayma) tarafından bildiriliyor. Irak ya da Amerikan ölü asker sayısı hakkında ise rivayet muhtelif. Amerikalılar 2000 asker öldürdüklerini söylüyorlar. Ama, dediğimiz gibi rivayet muhtelif.
Bir başka rivayet de, “dost ateşi” gibi çok acaip bir terimle ifade edilen durum hakkında. Düpedüz, kendi tarafındakileri yanlışlıkla öldürmek, ya da “kendi kalesine gol atmak” şeklinde de ifade edilebilecek bu absürdite soncunda kim öldü kim kaldı, o da pek bilinmiyor. Yalnız, Irak’ın Kuzey’inde Amerikan füzesi ile paramparça olan Kürt konvoyu içinde aşiret başının kardeşi ve oğlu da yaralılar var ve İngiliz gazeteci Simpson, tercümanını da öldüren bu “dost ateşi” sonucunda ortalığın cehennemden hiçbir farkı olmadığını uzun uzun anlatmaktan kendini alamıyor.
* * *
Medyanın üzerinde artık su sızdırmaz şekilde çöken karanlık bulutundan fazla bahsetmenin anlamı var mı, bilmiyoruz. Askeri birliklerin içine “gömülü” ya da Radikal’den Yıldırım Türker’in deyişiyle “kakılmış” gazeteciler, İsrail’in ünlü gazetecisi Uri Avneri’nin deyişiyle de gazetecilik tarihinin en karanlık, en utanç verici sayfalarını yazıyorlar. Pilger durumu şöyle bir benzetme ile anlatıyor: “Bir koruma çetesinin erdemlerini anlatan mafya babası gibi, İngiltere Savunma Bakanı Hoon, ‘ya bizim dediğimizi yaparsınız, ya da sonuçlarına katlanırsınız,’ derken, Hoon’un Washington’daki âmiri Rumsfeld de, ünlü Şikago gangsteri Al Capone’den sık sık alıntı yapıyor. Rumsfeld’in en sevdiği Capone özdeyişi de şu: ‘Sadece tatlı dille elde edeceğinizden daha fazlasını hem tatlı dil hem de bir silâhla alırsınız.”
* * *
Peki, her yer karanlık. Pür nur olan mevki var mı?
Yine Pilger: “Hepimize yöneltilen bu tehdidle nasıl yüzleşeceğiz? Bunun cevabı, inanıyorum ki, kendi gücümüzün boyutlarını kavramaktan geçiyor. Geçen gün Patrick Tyler New York Times’daki bilgece yazısında Amerika’nın ‘inatçı bir yeni hasım’la yüzyüze olduğunu kaydediyordu: Kamuoyuyla. Tyler, iki yeni süpergücün bulunduğu yeni bir iki-kutuplu dünyaya girmekte olduğumuzu söylüyordu: Bir yanda Bush/Blair çetesi, bir yanda da dünya kamuoyu. Gerçekten halktan gelen bir gücün nihayet kıpırdadığını ve bilincinin günden güne yükseldiğini. Şair Shelley değil miydi bize böyle zamanlar için çağrıda bulunan: ‘Uykuyu çektikten sonra aslanlar gibi ayağa dikilin’ diye?”
Devamı yarın...