Merhaba kâinat!..
Hafta sonuna girerken, her ülkede, her şehirde, herkesin kafasında başka bir plan var kuşkusuz.
Ortadoğu’nun bir noktasında, Bağdat’ta toplaşmış bir grup insan hariç. Onlar için ufukta yoğun bir karanlık var, esas olarak, zifirî.
Belki de, “zulmet” demeli.
“Duyulur hiçbir patlama, akşam saatlerinin erken bombardımanlarında gözle görülür herhangi bir değişiklik yoktu, ama bir an içinde, 5 milyonluk koca şehir ürkünç, sonsuz bir gecenin içine gömüldü...
Ama şehir sessizdi. Başlangıçta elektrik trafolarına yapılan sessiz sedasız saldırıdan sonra, bombalar da sustu. Son 15 gündür bombardımandan dolayı hiç susmadan havlayan köpekler, uyudu.”
Britanyalı gazeteci Suzanne Goldenberg, tarihin gördüğü en efsanevi şehirlerden biri olan Bağdat’ın son hakikat ânı’nı böyle anlatmayı deniyor – mecburen çalakalem yazıp gazetesi Guardian’a gönderdiği son haberinde.
Fırtınadan önceki sessizlik.
Şu beylik lâfın, bazı hayatlar için böylesine ete kemiğe büründüğü, hatta kemiğe giren bir bıçak halini aldığı anlar, tarihte de pek sık olmamalı.
“Bütün bir günü Amerikan hücumunu kafasından atmak için harcayan şehir, birdenbire, saldırının artık kapıda olduğunu farketti ve yatağa öyle girdi.”
Aklınıza gelen ya da gelmeyen tüm analojileri rahatlıkla gündeme sokabileceğiniz zamanlardan biri işte bu Cuma gecesi; haftasonunu başlatan gece: Ksenofon’un Onbinlerin Ric’atını ve “Thalassa, Thalassa!” haykırışlarını, Hulagû Han’ın çekik gözkapaklarının arasından belli belirsiz farkedilen ölümcül zalimlikteki bakışlarını, Büyük İskender’in heykelsi güzellikteki başının içindeki gizli ve şehvani zulmün saklanışlarını, Papa Urban’ın yiğit haçlıları Hıristiyanları doğulu Türk zalimlerden kurtarmak için takdis ettiği elinin parmaklarındaki öküz gözü büyüklüğündeki pırlantalı yüzükleri, kasabasından çıktığı gibi, soylu bile olmadığı halde Haçlıları Kudüs'ten atan Kürt savaşçısı Selahaddin'in, Halife'den bir türlü icazet alamayışında yüzünde beliren aciz ifadesini, nice defineleri gözden sürme çeker gibi götüren hırsız gemici Sindbad’ın çevik bacaklarından fışkıran cevvaliyeti, Harun Reşid’in hazine sandıklardan taşan çil çil altınlarıyla paha biçilmez mücevheratını gözden geçirirken etraftakilerden saklamayı becermeye bile çalışmadığı haris bakışlarını, Dördüncü Murat’ın Beyati Makam’ı icra eder ve ettirirken duyduğu hazla, sayısız adam keser, oluk oluk kan akıtırken aldığı zevkle aynı şekilde ürperen pos bıyıklarını, şehirlerini Hindli Anzaklı askerleriyle zapteder etmez “Vilayet’i Bağdat ahalisine” yayınladığı deklarasyonda “sizi 25 nesillik mezalimden kurtarmaya geldik,” derken o çelik mavisi Angıl gözlerinde beliren sinsi pırıltıyı, başka kıtalardan yelken açıp Filistin topraklarını orada oturanların elinden alıp İngilizlere vermeye gelen seçkin müstevli Anzak birliklerine sabah vaazları veren din adamının ağzından yayılan kokuları, Kral Nabukadnezar’la kendi adını özdeşleştiren Başkan Saddam’ın başkaldıran insanların erkekseler hayalarını ezdirme, kadınsalar ırzlarına geçilme, Kürt ya da İranlı iseler onları gazla boğma emirlerini verirken, çakır Tikritli gözlerinin birkaç parmak altında titreşen gür bıyıklarını, sabahın köründe devriye uçaklarının uzak uğultusu altında kalkıp, sabah duasını işte o müstevlilere dua eden aynı istilacı papazın vaazlarını okurken, yarı şaşı gözleri büsbütün birbirine yaklaşan Başkan Bush’un dudaklarının iki yandan aşağı doğru o garip kıvrılışını...
“... Birkaç cankurtaran, sabah bombardımandan kalan yaralıları götürüyor. Baas partisinden düzinelerce milis sokaklarda dolaşıyor. Çok sayıda sivil tabancalarıyla ortada dolanıyor.
Ne var ki, seferberlik belirtilerinden hiçbiri, bir destan savaşın beklentilerine uygun gibi görünmüyor.”
Bu haftasonu, karanlık var. Sonsuz bir sessizlik. Fırtına çıkabilir.
Devamı haftaya...