Geçtiğimiz 2000 yılının güz aylarında, 16 yıl aradan sonra ABD'deki çalışmalarımı sergilemek ve fikir alış verişinde bulunmak üzere vatanıma döneceğim sıralarda Gaziantepli, ODTÜ'den mezun eski öğrencilerimin ilginç bir teklifi ile karşılaştım. Dediler ki “Hoca sen sosyal bilimci falan değilsin, ancak ülke sorunlarına kafa yoruyorsun ve bir takım düşüncelerin var, 16 yıldan beri de Türk toplumunu ‘dışarıdan’ gözlüyorsun, acaba ziyaretin sırasında toplumun değişik kesimleri ile ülke sorunları hakkında ‘yarenlik’ etmeği düşünür müydün?” İlk tepkim “Ben mi?" şeklinde oldu. Sonra düşündüm, “Neden olmasın?” dedim ve teklifi kabul ettim. Bunun üzerine çok kıymetli bir öğrencim Gaziantep ve Kahramanmaraş illerinde orta öğretim okulları, üniversiteler ve değişik sivil toplum örgütlerini kapsayan 10 günlük bir program hazırladı. Konu olarak “Gelişmekte Olan Ülkelerde Eğitim Görmüş Kesime Düşen Görevler” başlığını seçtik. Burada “eğitim görmüş” ayrımını yaparken sadece üniversite eğitimini kastetmiyorduk. Elinde herhangi bir diploma olmadan, kendi kendini hayat okulunda yetiştirmiş, sözgelişi Arasa'daki harat (ağaç tornacısı) falanca ustanın da “iyi eğitim görmüş” bir kişi olabileceğini kabul ediyorduk. Nitekim şahsen bu tanıma uyan, bana göre son derece isabetli dünya görüşlerini kendi yaşadığı “alem” içersinde geliştirmeyi başarmış, fakat toplumumuzun büyük bir bağnazlık örneği göstererek “okumamışlar” sınıfına soktuğu çok samimi, sevecen insanları tanımak ve kaynaşmak imtiyazına eriştim.
Köroğlu manileri... Benim için son derece doyurucu, eğitici ve coşku dolu anılarla süslü geçen bu yarenlikler dizisinin sonunda şu gözlemlerde bulundum. Monolog tarzında konuşmalarımda dinleyici kitlesinden olumlu anlamda yoğun “titreşimler” aldım. Uzun yıllar hocalığın getirdiği beceri ve sezgi ile dinleyenlerin gözlerindeki ifadeleri ve dolayısıyla düşünsel “kıpırdanışlarını” okuyabiliyordum. Manevi katmanlarda gerçekleşen bu “sessiz” iletişimin zaman zaman ağzımdan çıkan sözlerden daha etkin olduğunu da hissettim. Sıradan bir vatandaş |
|
Bir toplumda eğer suskun çoğunluğun “suskun” bir biçimde ayağa kalkıp, sokağa dökülmeden, silaha sarılmadan ve yine suskun bir biçimde “yeter artık” diye haykırması alışkanlığı ve kökleşmiş kültürü yoksa, o toplumun talan düzenini yürüten yiyici takımın esaretinden kurtulabileceğini hiç sanmıyorum. Onun içindir ki yukarıda sözünü ettiğim etkileşimler dizisinde katılımcılar Köroğlu manileri okumağa başladıklarında, “Ben sizden şikayet istemiyorum, insanoğlunun geçmişi sayısız zulüm örnekleri ile dolu, bana kitle olarak kendi çıkarlarımızı savunmak için ne yapmayı düşünüyorsunuz, ne planlıyorsunuz, ondan söz ediniz” şeklinde karşılık veriyordum.
Suskun çoğunluk
İşte burada sağduyu sahibi, bilgili, kişisel çıkarlar gibi beşeri zaafların ötesine geçmiş kıymetli insanların devreye girmesi gerektiği görüşündeyim. Tasvir ettiğim bu tür insanların ülkemizde fazlasıyla var olduklarını biliyorum. Bir kısmını şahsen tanıyorum. Ancak bu değerli insanlar evlerinden dışarı çıkmadıkları sürece suskun çoğunluğun düşünce düzeyinde harekete geçebileceğini hiç ama hiç sanmıyorum. Sayın Alev Alatlı'nın bir makalesindeki feryada katılıyor, ben de “Gençlerimizin kaderini eline almaktan kaçınan korkaklar olmamalıyız” diyorum.
Gaziantep ve Kahramanmaraş gezisinden sonra suskun çoğunluğun bilinçlenip kendi çıkarlarını koruyabilir bir konuma gelebilmesi için sözünü ettiğim kesime yol göstericilik, özgüven mimarlığı gibi hayati önemi olan görevlerin düştüğü yolundaki düşüncelerim iyice perçinlendi. Şimdi içimden bir ses söz konusu kesimin bu hedeflere yönelik bir SEFERBERLİK İLAN ETMESİ gerektiğini vurguluyor. Daha doğrusu haykırıyor. Bu tür bir atılımı başlatmazsak ne olur? Naçizane görüşüm, talan düzeni gittikçe tırmanarak zulmünü daha cüretkar ve acımasız seviyelere çıkartır, kitleler ezikliklerini yine Köroğlu destanları yakarak hafifletmeğe çalışırlar ve yine kurtarıcı bir “yiğit” beklentisi ile ömürlerini doldururlar.
Söz konusu seferberliğin sadece yazılı veya düşünce düzeyinde kalmayıp, kitlelerin olayın bilincine varabileceği, benimseyeceği etkin bir düzenleme çerçevesinde uygulamağa konulmasından yanayım. Zira bizim kültürümüzde “okuma” alışkanlığının henüz yerleşmediğini düşünüyorum. “Yazma” alışkanlığı ise radar ekranında görünmüyor bile. Örnek olarak bendeniz hesapça çok iyi eğitim görmeme, oldukça “okumuş” bir çevrede yetişmeme, hayatımı hocalık yaparak kazanmama ve uzun yıllar Batı'da oturuyor olmama rağmen daha hala bir Batılı kadar “rahat” yazı yazamadığım için kendimden şikayetçiyim. Bu nedenle bilgili, dürüst kişilerin kaynaşmak üzere kitlelere yaklaşımlarında bizzat yanlarına gidip, göz göze, diz dize onlarla “halvet” olmaları gerektiği inancını taşıyorum.
İşte o zaman bilgililerin ilgili konuma gelecekleri ve ilgililerin bilgisizliğine, akıl almaz basiretsizliklerine rağmen yurdumuzun çoktan hak ettiği aydınlık bir geleceğe doğru yol almağa başlayacağı günleri hayal ediyorum. Haksız mıyım?
Susmayınız! Lütfen bana olumlu veya olumsuz karşılık veriniz!
En derin saygılarımla,
Dr. Can Akkoç *e-posta: [email protected]* Matematik ve müzik teorisi öğrencisi
Not: Çok nadir de olsa bazı bilgili kişilerin evlerinden çıktıklarını ve başarılı işler yaptıklarını duyuyorum, biliyorum. Ancak ülke çapında ve kitleleri kapsayan, kayda değer bir gelişmenin başlayabilmesi için tüm bilgililerin seferber olması gerektiği görüşümü tekrarlıyorum.