Mesele dergisinin Ekim 2010 sayısında yayımlanmıştır.
***
Bugünkü dünya, en azından Kuzey Yarımküre bağlamında, evlerinde elektrik, su ve iletişim şebekesi bulunan, birçok iletişim aracı ve elektronik eşyaya sahip, her türlü toplu ulaşım aracının yanı sıra büyük çoğunluğunun kişisel otomobili de olan bir “refah toplumu” halinde yaşıyor. Fakat bu refahın ardında milyarlarca yılda oluşmuş doğa kaynaklarının sadece birkaç yüzyıl içinde yok edilmesinin yattığı düşünülünce akla gelen ilk soru, değer miydi, oluyor? Dünya çapındaki toplam 900 milyon otomobil (ki buna ve her yıl 65 milyon yenisi ekleniyor), 25 bin uçak, 70 bin yük gemisi, beş milyar cep telefonu ve artan refahla birlikte 70 yıla ulaşan ortalama yaşam beklentisi var. Tabii bütün bunlarla birlikte unutulmaması gereken dev savaş endüstrisi… Pompei'nin son günlerini yaşar gibiyiz. Bu tabloyu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pompei’nin son günleri görüşüne ben de katılıyorum. Tabii bunun herkese çok karamsar gelmesi tehlikesi var. Ama, galiba bu tehlikeyi göze almak, durumu anlatmak lazım. Çünkü aktivistler ve bu konuyla uğraşanlar dışında geniş halk kitlelerinin, politikacıların ve karar vericilerin maalesef küresel ısınmaya direniş içinde olduğunu gösteren fazla bir belirti yok. Sorunun nüfus artışından da kaynaklı olduğunu iddia edenler var ki bunun birinci derecede önemli olduğunu düşünmüyorum.
Tabii ki giderek yükselen nüfus da bir baskı yaratıyor ama asıl sebep tüketim çılgınlığı. Özellikle endüstri devriminden sonra, sizin söylediğiniz gibi birkaç yüzyılı da bulmuyor, yaklaşık 150 yıldır, hatta daha da yakın bir zamandan, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana insanlar gelişen bir tüketim çılgınlığı içindeler. Bu durumu ortaya çıkaransa büyük şirketlerin sınırsız kâr ihtiyacı ve bu yönde bastırması…
Geniş çaplı felsefi şeyler söylemek istemiyorum ama mesela, yine endüstri devriminden sonra, yine hatta aynı zaman dilimi içinde gelişen beslenme kalıpları da tür için bir yıkıma yol açtı. Fast food başta olmak üzere, sınırsız sayıda hayvan yiyerek, bir et oburlaşma döneminin sonuçları da görülüyor, kanser, kalp ve kronik hastalıklar da fosil yakıtların korkunç tüketilmesine paralel olarak artıyor.
Bunlar da yeni sektörler, endüstriler ve lobiler yaratıyor…
Evet, tıp, ilaç, büyük et hatta mandıra endüstrisi filan da tıpkı büyük enerji şirketleri gibi korkunç lobilere sahip. Çok paraları var ve hukuken meşru olan faaliyetleriyle normal demokratik işleyişi tahrip ediyorlar. ABD’de lobicilik serbest bir faaliyet ve yılda 3,5 milyar dolar harcanıyor. Bu sayede de herhangi bir muhalif görüşün ve bilginin ortaya sunulmasına ve aktarılmasına engel olunuyor. Bu lobilerin son kaybettiği kısmi savaş sigarada oldu, o da 50 yıllık bir uğraştan sonra. O meseleyi de gelişme yolundaki ülkelere, dünyanın öbür tarafına ihraç ettiler mamaafih.
Otomotiv sektörüne de bakmak gerekiyor sanırım. Son 10 yılda akıl almaz şekilde hızlandı. 30-40’lı milyonlu rakamlardan şimdi 60’lı rakamlara ulaşıldı. Son küresel krizde biraz daraldı ama bu sene açıklanan rakamlara göre 60 milyonları buldu. Dünyada milyarı yakalamış bir otomobil sayısı var. Her sene 60 milyon ekleniyor ve otomotiv endüstrisi gıda ve inşaattan sonra en büyük endüstri dalı olarak tanımlanıyor.
Otomotivi ayırmak çok kolay değil aslında. Görünürde o var ve Çin, Hindistan gibi ülkelerin büyük nüfuslarıyla bu tüketim kalıbına geçip, otomobilleriyle ortalıkta dolaşacaklarını düşününce insanlar dehşete kapılıyor. Dehşete kapılmakta da haklılar ama örneğin uçak endüstrisi çok daha vahim. Üstelik bu sektör sübvansiyone ediliyor, yani destekleniyor.
Yanılmıyorsam II Dünya savaşı bitmeden ya da o civarda, 1944’te Chicago’da bir takım havacılık antlaşmaları yapılıyor. Birleşmiş Milletler’de ICAO, Uluslararası Sivil Havacılık teşkilatı kuruluyor. Bu teşkilat uçak şirketlerinin bilet fiyatlarını ucuz tutmasını, bunun da vergiden düşülmesini öngörüyor. İlk bakışta, o dönem için kısmen makul bulunabilir ama, bugün de devam ediyor ki artık savunulabilir yanı yok. Birkaç yıl öncesine kadar, bayramlarda seyranlarda bir milyon liraya bilet bulabiliyordunuz.
Havacılık endüstrisi inanılmaz sübvansiyonlarla gidiyor, bu da kaynakların kullanımı ve tüketimi, türlerin yok oluşu açısından muazzam sonuçlar yaratıyor. Ayrıca uçakların katmerli problemleri var, yüksek irtifalarda yapılan uçuşlarda, iki buçuk kat daha fazla karbondioksit salımı görülüyor. Teknik ayrıntılara fazla girmenin alemi yok…
Sübvansiyonu ve giderek daha çok kullanımı göz önünde bulundurduğumuzda uçak endüstrisinin zararlarını biraz daha detaylandırmakta fayda var. Uçuşların korbondioksit salınımı dışındaki zararları neler?
Uçaklar ucuz olsun diye daha yükseklerde uçarak atmosferin üst tabakalarının yapısını bozuyorlar. Ayrıca kimyasal ayrıntılarda daha fazla zarar veriyorlar. Ozon tabakası dahil pek çok alanda diğer salınımlara kıyasla daha yüksek zararları var. Küresel ısınmayı arttırdıkları bilimsel olarak ispatlanmış durumda.
Uçak gibi otomobilin gölgesinde kalan bir başka zararlı endüstri de gemi taşımacılığı. Mesela tankerler muazzam zararlar veriyor. Gemi taşımacılığının bir başka etkisi de, dünyanın dört bir tarafını tek bir pazar, market haline getirmesi, böylece yeme içme kültürünü tamamen değiştirerek tüketimi artırması. Her istediğinizde muzu almanızı sağlıyorlar mesela, daha doğrusu reklam kalıplarıyla öyle bir tüketime hazırlandığınız için, niye şimdi Colombia muzu yemeyeyim diye düşünmenizi sağlıyorlar.
Oysa bütün bu hizmetler abartılı sunuluyor. Binlerce kilometre öteden tüketim maddeleri taşıyarak, milyonlarca ton uçak benzini ya da gemi mazotu yakarak atmosferi adeta bir lağım gibi kullanıyorlar. Bu nedenle, asıl üzerinde durulması gereken sorunun bu tüketim kalıpları olduğunu düşünüyorum. ABD ve Avrupa ülkelerinin kurdukları beyaz medeniyetin bu kalıpla sürdürülmesi imkânsız. Bütün kaynaklara el koydular, Orta ve Güney Amerika’nın tamamında ve diğer kıtalarda soykırım gerçekleştirdiler. Koloniyel sömürgeciliği getirdiler ve bütün kaynakları tükettiler. Endüstri devriminden bu yana, sadece ABD’deki bu tüketim kalıplarıyla, hesabı tam hatırlamıyorum ama sanırım, iki ayrı dünya gerekiyor. Avrupa için Amerika’ya göre de en az bir ek “dünya” öngörülüyor.
Dünya ekonomisine gayri safi hasılalar üzerinden bakınca, ABD’de ve Avrupa’da 15-16 trilyon aralığında sayılıyor. Bu, neredeyse dünyanın yarısı…
Salımlar açısından artış gayrisafi hasıladan biraz daha şiddetli. Onlara iki dünya daha lazım ama dünyanın geri kalanına da bir dünya gerekiyor. Yani, tek bir dünyayla dört dünyaya ihtiyacımız var görülüyor. Bunun mantıken sürdürülebilir olmadığı ortada. Aslında sürdürülebilir kelimesini de kaldırmak lazım. Mantıken sürdürebilmek olanaksız. Fakat işler böyle gitmiyor, sürdürebilirmiş gibi yapıyoruz ve bu çok endişe verici bir durum.
Bugünkü çöküş öncesi durumun arkasında kapitalizmin sınırsız kâr hırsı, meta fetişizmi ve insanlarla birlikte tüm dünya kaynaklarını amansızca sömürmesinin yattığı çoğu insanın kabulü. Diğer yandan, başta küresel enerji şirketleri olmak üzere dünyanın bu hale gelmesine sebep olan birçok kuruluşun yaydığı müthiş de bir dezenformasyon var: Koskoca dünya öyle bir çırpıda yok olur mu, birkaç derece ısınma nedir ki, bu ısınmanın sebebi zaten Gamma Işıması Patlamaları’dır gibi... Aynı dezenformasyonun üreticileri aynı zamanda büyük bir pişkinlikle, küresel ısınmaya karşı mücadele edenleri de başka çıkarlar peşinde koşmakla itham ediyorlar. Bu iddialara ne dersiniz, gerçekten de Gamma Işıması Patlamaları sebebiyle mi ısınıyor dünya, gizlice maaş aldığınız yerler var mı, kapitalizmin hiç günahı yok mu?
Bunu bana ciddi olarak sormuyorsunuz diye ümit ediyorum…
Evet, kâr hırsının sınırı yok. IPCC, Birleşmiş Milletler içinde kurulmuş olan, tarihin, insanlığın gördüğü en büyük bilim heyeti. Hükümetler arası iklim değişikliği kurulu. Dört yılda bir rapor yayınlıyor. En son rapor 2007’de yayınlandı ve dezenformasyonun artık son noktaya vardığını gösterdi. Çünkü insan kaynaklı küresel iklim değişikliğini, tüm kanıtları ve sonuçlarıyla bilimsel olarak ortaya koyuyor. Artık inkâr boşuna denebilir. Ama, işler öyle gelişmiyor işte. ABD’de önümüzdeki ay kısmi Senato ve Temsilciler Meclisi seçimleri var. Cumhuriyetçi, sağcı adaylarla ilgili çok ilginç bir haber geçen hafta Guardian gazetesinde çıktı. Senato seçimlerinde Cumhuriyetçilerden 48 aday adayı var. Bunlardan kaçı insan kaynaklı bir iklim değişikliği olabileceğini kabul ediyor, biliyor musunuz? Sadece biri! 47 aday “böyle bir şey yoktur, ne küresel ısınması?!” diyor, bir tek Delaware eyaletinin aday adayı Mike Castle insan kaynaklı küresel ısınmayı kabul ediyor.
Ama o da bunu açıkladığının ertesi günü Cumhuriyetçi ve sağcı olmasına rağmen senato seçimlerine giremedi, kaybetti. Onun yerine faşist yükselişi simgeleyen, Cumhuriyetçilerin çok sağında, yabancı düşmanı Tea Party, yani Çay Partisi adayı Christine O’Donnell kazandı. Şimdi 48 adayın 48’i de bilimi reddettiğine göre nasıl bir senatonun oluşacağını varın siz bir düşünün…
George Monbiot “Aydınlanma Çağı mı dediniz?” diyor. “Devam ettiği sürece çok eğlenceli bir şeydi.” Christine O’Donnell gibi pek çok başkaları da var, neler söylediklerine baksanız inanamazsınız, “Allah dün gece bana göründü, onunla konuştum” falan diyor ve çok ciddi. Çay Partililerin yüzde 25 gibi bir oy almalarının beklendiği bir ABD’de söylüyor bunu…
Bunlardan söz ediyoruz ama asıl şunu söylememiz lazım, petrol; kömür, enerji şirketleri ve onların lobileri gerçeklerin hepten inkâr edilmesi için çok büyük paralar harcıyorlar. Bir zamanlar sigaranın yan etkisinin olmadığını göstermek için çalışan PR şirketleri ile çalışıyorlar. Aynı adamlar bu sefer de küresel ısınmanın olmadığını söylüyor ve onlara ayak uyduran merkez medyanın yardımıyla kısmen de olsa başarıya ulaşıyorlar; halkın kafasını bulandırıyorlar.
Bana sorarsanız, bu söylediklerim yayımlandığı zaman hep birlikte küfür yiyeceğiz ama çok önemli bir kırılma noktasına gelmiş durumdayız. Kendimiz aldatmanın alemi yok. Bu şirketler ve onların emrindeki politikacılar (her ülkede aynı) gerçeği gizliyorlar. Şirketler çok büyük ve güçlü. Politikacılar da her anlamda onların emrinde.
Ve küresel ısınma karşıtları, küresel adalet isteyen aktivistler şu an bununla baş edebilecek gibi değiller.
Medya da reklam veren o taraf olduğu için konuyu önemsemiyor.
Tamamen öyle.
Atmosferde ısı ölçümleri 1860’ta başlıyor. Dünyada o zamandan bu zamana görülen en yüksek sıcaklıkları bu yaz yaşadık. Daha doğrusu 2005’ten bu yana sürekli rekor kırılıyor. Bu yıl ise 130 yılın en sıcak günleri yaşandı ama medya tepki göstermedi, sanki eskiden daha sıcak günler olmuştu der gidiydi…
Gezegenin gördüğü en sıcak günler diyorlar ama nedenlerini yazmak işlerine gelmiyor.
Oysa sona yaklaşıyoruz…
Maalesef öyle. Geri besleme mekanizmaları denen bir şey var, yani şöyle bir şey, ivmeyi en tepesine kadar çıkarıyorsunuz, devam etmesi halinde kendi dinamiğinde aşağı yuvarlanmaya başlıyor ve artık sizin onu kontrol etmenize imkân kalmıyor. Bu küresel iklim değişikliğinde de böyle.
ABD’de NSIDC (Buz ve Kar Veri Merkezi) diye bir kuruluş var. Orada önde gelen bir bilim adamı olan Mark Serreze “Son yaptığımız araştırmaya göre Kuzey Buz Denizi’nde buz meselesi bitmiştir. Yaz buzu diye bir şey kalmayacak yakında. Bu da artık geri çevrilemez bir süreçtir,” diyor. Tek kutuplu dünya! Yani, anlayacağımız, yakın bir gelecekte uzaydan fotoğraf çekildiği zaman dünya artık tek kutuplu olarak görünecek. Sadece Güney Kutbu olacak. Tabii Kuzey Kutbu kışları yine buz tutacak ama giderek o da azalacak. Bunun sonuçlarını konuşmak bile lüzumsuz. Akıl almaz boyutlarda yıkıma yol açacağı muhakkaktır.
Sıcaklık artıkça kuzey kutbundaki buzlar ve buzullar dünya ortalamasına göre çok daha fazla ısınıyor, teknik sebeplere bağlı olarak dünya bir derece bile ısınmamışken altı dereceyi falan buluyor. Albedo etkisi denen bir olay da var. Beyaz buz yüzeyi güneş ışınlarını büyük ölçüde yansıtıyor ve yüzde 85-90 oranında uzaya geri gönderiyor. Yazın beyaz gömlek giymemiz gibi bir olay. Buzlar eridiği zaman ise altından koyu renk okyanus çıkıyor. Bu koyu renk de güneş ışınlarını yanılmıyorsam yüzde 65-70 oranında absorbe ediyor. Işını emdikçe çok daha yüksek sıcaklıklara ulaşıyor ve küresel ısınmayı artırıyor. Böyle bir kısır döngü mekanizması oluyor.
Bunun sonuçlarını kestirmek hakikaten zor. Sibirya’da, Alaska’da, Kanada’nın belli kesimlerinde, binlerce yıllık bitki fosilleri sürekli donmuş toprakta (permafrost) öylece duruyorlar. Isınma dolayısıyla permafrost çözülmeye başlayınca, tahmin edilemeyecek, hesabı bile yapılamayacak boyutlarda metan çıkıyor açığa. Metan da karbondioksitten aşağı yukarı 25 kat daha etkili bir sera gazı. Bunun sonucunun da nasıl bir yıkım olduğunu söylemeye bile lüzum yok herhalde.
Şimdi ilk soruya da cevaben, o sorunun kısmi bir uzantısı olarak şunu söyleyebiliriz: Geçen yıl, dünyanın önde gelen düşünürlerinden, muhtemelen birincisi olan Noam Chomsky’nin bir konuşmasının çok kısa bir videosunu seyrettim. Küresel ısınma üzerine çok sık konuşan biri değil Chomsky. Bu videoda, küresel ısınma hareketini hepimizin anlayabileceği bir dille anlatan Bill McKibben ile birlikteydiler. Chomsky, Amerikan medyasından söz ederek (bunun dünya için de tamamen geçerli olduğunu söylememe bile gerek yok) şöyle diyordu:
“Medya meseleyi sözüm ona iki taraflı dengeli bir tartıda sunmaya çalışıyor. Bir tarafta, insan kaynaklı küresel ısınma mevcut ve dünya iklimi hızla çöküşe gidiyor diyen bilim dünyasının yüzde 99’u; yani fizikçiler, kimyacılar, jeofizikçiler, biyologlar yer alıyor. Karşı tarafta ise bunu ret eden bir avuç insan var. Medya ikisine de eşit yer verelim diyor, ikisine de hakkaniyetli davranalım istiyor. Chomsky’ye göre, aslında bir de üçüncü taraf var. Bu taraf da bilim dünyasının tam içinde. Ve iki tarafın da doğru söylemediğini, daha doğrusu bilimcilerin “yumuşak” davrandığını, durumun ortalama bilim insanlarının söylediğinden çok çok daha kötü olduğunu vurguluyor.
Bununla yetinmiyor Chomsky, kapitalizmin bütün hesapları daima maliyet, kâr ve zarar üzerinden yaptığını anımsatıp, kendisi de bu hesap üzerinden bir yorumda bulunuyor. “Bilim dünyasının yüzde 99’unun söylediği yanlış da olsa, yani hepsi yanılıyor da olsa onların dediklerini yapsak ne kaybederiz?” diye soruyor. Sonra da ekliyor: “Ya onlar haklı çıkarsa? O zaman silinip süprülecek, yokolup gidecek olan, insan da dahil olmak üzere, tüm canlı türleridir”.
Noam Chomsky sizinle birlikte pek çok kişinin favori düşünürü ancak onun da düşünceleri endüstri lobilerinin sesi kadar kolay ulaşılır değil… Medyanın tavrı her zaman inkârcılardan yana…
Haklısınız, BBC dahil olmak üzere ana akım medyanın tutumu böyle maalesef. “Aydınlanma çağı” dedikleri bu işte: ikisine de eşit ve hakkaniyetli davranalım, deniyor. Bu, -kendimi de medyadan sayarsam eğer- benim için utanç verici bir şey. Rush Limbaugh isimli bir meslektaşımız var, azgın sağcı bir herif. 10 milyon filan dinleyicisi var. İşte bu tipler, komik ve salak gibi görünüyor ama çok tehlikeliler. Çok iyi bildiğiniz gibi, ekonomik kriz dönemlerinde bu demogoglar çok etkili olabiliyorlar, özellikle alt orta sınıflar, işsiz kitleler için…
Kopenhag’da sağcı Senatör James Inhofe’a birkaç soru sormuştum Açık Radyo için. bir. Biliyorsunuz, küresel ısınma için “Böyle bir şey yok, bu Amerikan halkına atılmış en büyük kazıktır” gibisinden bir şeyler söylemişti. Ona “En çok enerji şirketlerinden para aldığınız söyleniyor, bu doğru mu” diye sorduğumda bana şu yanıtı verdi: “Çevreciler daha çok alıyor”.
Bu yaz Rusya’da yaşanan büyük yangınlar, tarihin en sıcak günleri, Pakistan’daki müthiş sel felaketi… Küresel iklim değişikliği varlığını daha fazla hissettirmeye başladı gibi. Siz de bir yazınızda ya da konuşmanızda “Küresel ısınma tehdidi artık yok” demiştiniz “Küresel ısınmanın kendisi geldi”.
Evet, küresel ısınma tehdit değil, şimdi ve burada!
Gerçekten geri dönüşsüz bir noktaya mı geldik, durum o kadar vahim mi?
Bana sorarsanız Kopenhang’taki iklim zirvesi çok önemliydi. Biz radyo olarak, yedi- sekiz kişi, zirveyi 13 gün boyunca baştan sona takip ettik, toplam 17 saat yayın yaptık. Maalesef şunu itiraf etmemiz gerekiyor artık. Kopenhag son fırsattı ve kaybettik. Bundan sonrası için şunu söyleyebiliriz: “Ne kadar yakına gelirsek, o kadar daha kötü görünüyor”. Şimdi Meksika’nın Cancun bölgesinde yeni iklim zirvesi var Aralık’ta Ben şimdiden söyleyeyim, ilgilenmiyorum.
Yıllar önce Rudolf Bahro Türkiye’ye geldiğinde bir röportaj yapmıştık. “İnsanlar sanıyor ki çevre sorunları kıyamet ânı gibi bir anda sonlanacak, dünya patlayacak, oysa öyle değil” demiş ve bir örnek vermişti: “Çizgi filmlerde farenin üzerine salam dilimleri parça parça gelir, en sonunda birinin altında kalır. Bizim de durumumuz benzer, felaketler peş peşe geliyor, sonunda birinin altında kalacağız”.
Pakistan ve Rusya’da yaşananlar salam dilimlerinden ikisiydi sanırım.
Ama bu bir uyanış yaratmıyor işte. Pakistan da sıcaklık gölgede 53,5 derece oldu. Fırının düğmesine bakarak bu sıcaklıkta yemek ısıtabilirsiniz. Her bir derecelik artış, toplam tahıl ürününden yüzde 10 götürüyor, mesela buğday hasadı yüzde on azalıyor. Bunların hepsi bilinen, sıradan gerçekler halini aldı. Dünya sıcaklığındaki 0.6 derecelik artış, son 30 yılda 0.8 oldu. 1.5 derecelik artışı bu dünya kaldırabilir mi kaldıramaz mı, tartışması yapılırken Cancun’daki toplantı bir şey ifade etmiyor. George Monbiot, Guardian’daki “Süreç öldü” başlıklı yeni yazısında “Bu zirveden beklenebilecek en iyi sonuç” diyor, “delegelerin konferans masasında uyuyup kalmaması. Masalarda herhangi bir sonuç alınamaz artık.”
Kopenhag’ı da anımsatıyor Monbiot. Gerçi ben artık hatırlamak istemiyorum o günleri, sivil toplum örgütlerinin üyelerini son 3 gün kapı dışarı ettiler, Danimarka’nın faşist kılıklı polisleri aktivistleri çelik kafeslere tıktılar. Neyse… Monbiot, Kopenghag’daki toplantıda olduğu gibi hükümetlerin konuya ilgilerini yitirdiklerini söylüyor, bunun nedenini de başarısızlıkla anılmak istememelerine bağlıyor. Dahası bozuk giden bir süreç için enerji ve zaman harcamıyorlar. Bu yüzden de Monbiot, “süreç ölmüştür” diyor.
Kopenhag gibi toplantıların olumlu sonuçlanmamasında ülkeler arasındaki uçurumun, gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasındaki farkın payı ne?
Monbiot iklim değişikliği toplantılarını dünya ticaret görüşmelerine benzetiyor. Daha önce Katar’da yapıldı, sonra Meksika’ya taşındı. Ve sürüncemede kaldı. Asla bir sonuca varılamıyor. Şimdi iklim toplantılarını da böyle bir akıbet bekliyor. Cancun da böyle olacak herhalde. Komik bir raslantı, ama Meksika da bu toplantıların mezarlığı gibi bir yer oldu. Bugün diplomatik bir “araf” durumu var, bir ilerleme kaydedilemiyor. Cancun’dan da zaten kimse bir şey beklemiyor. Çin’de Cancun’un yolunu açmak için bir konferans yapılacaktı, ev sahibi Çinliler itiraz etti. Zengin ülkelerle gelişme yolundaki ülkeler arasındaki fark giderilemiyor, dediler. Kısmen de haklılar tabii. Ama şu var: Herkes birbirini suçluyor, Kopenhag’ta Çinliler Amerikalıları suçladı, Amerikalılar Çinlileri. Yani sonuçta doktor henüz ölüm raporunu vermedi ama doğrusunu isterseniz, belki de durumu kurtarmak için hiçbir zaman vermezler otopsi raporunu. Monbiot haklı, süreç öldü.
Kyoto Protokolü de 2012’de yürürlükten kalkıyor, yani o zayıf, güçsüz haliyle bile Kyoto’yu bitiriyorlar ve yerine hiçbir şey konulmayacak. Milenyum, yani 1000 yıl hedefleri gibi bir şey: bitti, gitti.
Atmosfer salımları üzerinden pazarlıklar zengin ve yoksul ülkeler arasındaki gerilimi ele veriyor. Bu azaltma taleplerinin yerini bulmasını da erteleyen daha doğrusu engelleyen bir gerilim olarak okunabilir mi?
Şu dünyada “beyaz batılılar” tarafından yağma ve talan edilmeyen son alan atmosferdi. Onun da kullanma hakkını aldılar, daha doğrusu ona da el koyuyorlar. Karbon permileriyle, ruhsatlarıyla atmosferi de talan ediyorlar. Karbon salımlarında bir tavan vaat edilmişti, ancak endüstri lobilerinin muazzam gücü ve hükümetlerin zayıflığı nedeniyle bu tavan gerçekleşmiyor. Bu yüzden Avrupa Birliği’nin emisyon, yani salım ticaret sistemi ayakta kalacak. Kyoto ise yürürlükten kalkacak ve yerine hiçbir şey konmayacak.
Şimdi pek çok ülkede gayet sıkı ruhsat planları var. Taahhütlere girmese de Türkiye bile “Biz de her sene azaltacağız” diyor. İngiltere de büyük oranda azalttığını söylüyor. Halbuki tek bir istisna dışında, bütün bu ülkelerin önlerine koydukları hedeflerin tamamı, gerekli olan iki derecelik ısınmayı önleyebilmek için yeterli değil. Tek istisna ise Maldiv Adaları. Onlar tamamen sular altında kalacakları için hakikaten uyguluyorlar bu kısıtlamaları. Bir yandan da Hindistan’dan kendilerine yer bakıyorlar, oturacak arazi bakıyorlar. Çok trajik aslında, çünkü en az 2000 yıldan beri oradalar.
O kadar acayip şeyler var ki, aslında hiçbiri de gerçek değil, yine gerçeklik dışı bir şeyden bahsediyoruz burada. Sera gazı salımlarını serbest ticaret mekanizmasına bıraktıkları için, kirletme hakkını alıp permileri yoksul ülkelere satabiliyorlar. Buna “sınırla ve pazarla” deniyor. Şirketler lehine büyük bir aldatmacadan ibaret.
Daha önce de söylediğim gibi, sivil havacılığı hiçbir şekilde hesaba katmadıkları gibi sübvansiyone de ediyorlar. Savaş endüstrisini, savaş uçaklarını, füzeleri, hatta gemicilik ve turizmi de hesaba katmıyorlar, bunları resmi rakamların dışında tutuyorlar. Bunlar da hesaba katılsa, oranlar çok daha büyüyecek. Tabii onlarda istatistik işi çok gelişkin, Britanya için yapılan hesaplar sera gazı salımlarının yüzde 48 artacağını gösteriyor. Üstelik İngiltere en iyi durumda görünen ülkelerden biri.
1990 yılının salımını baz alırsak, Kyoto Protokolüne göre Britanya’nın küresel ısınmaya katkısını yüzde 19 kısması bekleniyor. Hükümet de “kıstık” diyor. Oysa istatistikler yüzde 29 arttırdığını gösteriyor. Bu, gelişmiş, zengin ülkelerin hepsinde aynı. Lord Nicholas Stern var, dünyanın en büyük iktisatçılarından biri, hükümet baş danışmanlarından biri ona hesap ettirdi, tuğla gibi bir Stern raporu hazırlandı. Çok önemli bir iktisatçı. Sonuç olarak, Stern küresel ısınma için “Dünyanın gördüğü en büyük piyasa başarısızlığı” tanımını kullandı. “Dünya gayrisafi hasılasının yüzde birini mutlaka küresel ısınmayla mücadeleye ayırmak gerekir” dedi. Sonra bu rakamı revize etti ve yüzde ikiye çıkardı. Buna göre senede yaklaşık bir trilyon dolar ayırmak gerekiyor. Stern’ün kapitalizm karşıtı biri olmadığı ortada, ama söyledikleri büyük piyasa mekanizmasının çöktüğünü açıkça göstermiyor mu sizce de?
Bu kadar karanlık bir tablo insana kendi tükettikleriyle ilişkili suçluluk duygusu yüklüyor, ama galiba hemen bir direnç oluşturuyor insan aklı.
Felsefeci Clive Hamilton yeni yayımlanan kitabı “Bir Tür’e Ağıt”ta küresel ısınmayı, iklim değişikliğini ölüme benzetiyor. “Hepimiz ölümün bir gerçek olduğunu biliriz ama asla kendimize konduramayız” diyor. “Böyle yaşamaya alışmamışız, içselleştirememişiz”. Mesele de burada işte: ölümü içselleştiremeyince, gerektiği şekilde harekete geçmemek için binbir türlü gerekçe bulunabiliyor. Benim bir kere Amerika’ya uçmamla mı iklim değişecek, benim bir yaz tatilini Karaip’lerde geçirmemle mi dünyanın dengesi bozulacak gibi gerekçeler üretebiliyor. Dünyanın önde gelen iklim bilimcisi James Hansen ve meslekdaşları bu konuda çok yazdılar, ben de yazmaya çalıştım, küresel ısınmaya, iklim değişikliğine bakışımızda çok büyük bir problem var. Belki de bunun psikolojiyle izah edilmesi gerekiyor, Hamilton’ın yaptığı gibi…
Gerçek bu kadar ortadayken, Pakistan’da, Rusya’da, hatta Rize’de, İkitelli’de iklim değişikliğine bağlı sel ve sıcaklıklardan insanlar ölürken psikolojik izaha gerek var mı? Ayrıca bu ölümlerin ne kadarı kamuoyuyla paylaşılıyor, bilgiler örtbas ediliyor mu?
Ben, aşırı sıcak hava dalgalarında insanların nasıl böyle topyekûn ve birdenbire öldüğünü anlayamıyordum. Oysa fiziksel bir izah mekanizması varmış. Aşırı yüksek sıcaklık gün boyu sürüp, akşam da o aşırı dereceyi koruduğu zaman, vücut biyokimyası bununla baş edemez hale geliyor ve yaşlılarla hastalar patır patır ölmeye başlıyor. Rusya’dan bu yaz gelen haberler, on beş bin ölümden ve radyasyon tehlikesi haberlerinden sonra bıçak gibi kesildi. Rusya’da bilgi örtbas edilebilir, çünkü dünyanın en etkili gizli diktatörlüklerinden biri, Putin diktatörlüğü.
Sonuç olarak, gerçeği kabullenmeme eğilimi psikolojik bir tepki. İnsanlar muhakkak bir çare bulunur, diye düşünüyor. Teknoloji bu kadar gelişmiş olunca mutlaka bir çözüm bulunur diye. İnsanlar böyle düşünüyor ama öte yandan da safsata mühendislikler, akıl almaz budalalıkta çözümler geliştirenler de var. Uzaya binlerce ayna koymayı, denizlere milyarlarca demir parçaları atmayı, vs. düşünenler var.
Atmosferden söz ediyoruz ama iklim değişimliğinden okyanuslar da muaf değil. Okyanuslar nasıl tepki veriyor, bunca karbondioksit salımına?
Beslenme zinciri mahvolmak üzere, hatta mahvoldu. Beslenme zincirinin en alt halkası olan fitoplanktonlar ölüyor çünkü Okyanuslar eskisi gibi karbondioksidi absorbe edemiyorlar, “kusmaya” başladılar. Hiçbir yerde görülmemiş denizanaları, büyük sümüksü maddeler kilometrelerce alana yayılıyor. Yunusların, balinaların doğal olarak kullandıkları sonar sistemini bozacaklar yakında. Çünkü asitlenme artıyor. Asitlenme garip bir şekilde okyanusu daha “opak” hale getiriyor, daha az ses geçirir oluyor okyanuslar, bu da haberleşmeyi bozuyor. Aklınıza ne gelirse var yani, kepazelik. Ama, yine de ruhu karatmaya gerek yok.
Ben bir önceki sorunuza verdiğim yanıtı biraz daha genişletmek istiyorum. Şöyle bir durum da var, uyarılar ne kadar artarsa o kadar felce uğramış gibi hareket ediyoruz. Bu da bir gerçek ve bunu da artık kabul etmemiz gerekiyor. Eskiden radyoda yaptığımız programlar, konuşmalarımız için “siz herkesin içini karartıyorsunuz” diyorlardı. Acaba gerçeklik payı var mı diye düşünüyordum ve, bakın, iyi tarafları da var, diyordum. Şimdi bu konuya fazla önem verdiğimiz söylenemez doğrusu. Bu hayatın temel gerçeği. Gerçek dünyayı konuşmak zorundayız yani. Çocuklarımız, torunlarımız için.
Üzerinde en çok durmaya çalıştığım konulardan biri de şu: Özellikle endüstri devriminden sonra insan düşüncesi garip bir şekilde, bir çeşit müzakereye alıştırmış kendini, ne olursa olsun, muhakkak bir pazarlık payı var. Ticarette, siyasette hep bir pazarlığı esas alarak çalışıyor, insan zihni. İnkârı unutalım, vazgeçtim ama hepimize hakim olan düşünce tarzının, “Yahu, şunun bir oluru yok mu?” meselesi olduğunu düşünüyorum.
Bilim dünyası atmosferdeki karbondioksit oranının 350 ppm (milyonda parçacık sayısı) olması, daha doğrusu bu oranda tutulması gerektiğini söylüyor. Dr. James Hansen ve arkadaşları iki yıl önce müthiş bir makale yazdılar, insan onu okuyunca başka bir şey okumasına gerek kalmıyor. Bu makalede atmosferdeki karbondioksit miktarının, güvenli üst sınırının milyonda 350 parça olması hatırlatılırken karbondioksit ya da diğer sera gazlarının parçacık sayısının 350’den fazla olması halinde, dünya sıcaklığında ortalama iki derecelik artış olacağı vurgulanıyordu. Sonra da çeşitli “pozitif besleme” mekanizmalarıyla, devrilme noktalarına ulaşılacağı, sonuçta bu artışın üç dereceye sıçrayacağı vurgulanıyor. Ve bu böyle gidiyor, 6 dereceye kadar! O da cehennemin ta kendisi demek zaten. Canlılar âlemi diye bir şey kalmaz pek. Bu apaçık bir gerçek aslında, ama az sayıda insan bunun farkında.
Küresel Isınma ve İklim Krizi kitabınızda Keeling Eğrisi diye bahsettiğiniz çizelgede bu rakam 2004 itibariyle 380 görünüyor. Bu da tehlike sınırını aştığımızı gösteriyor. Bugünü bu rakam nedir, geriye dönmek ne kadar mümkün?
Şimdi, bu sene 392 parçacık oldu. Haklısınız, 350’ye döneceğine sürekli ilerliyor, bu da kimsenin bunu önlemek gibi bir amaç peşinde olmadığını gösteriyor. Hansen bunun için çok ciddi tedbirler almamız gerektiğini söylüyor, ne daha fazla uçağa tahammülü var atmosferin, ne de yalıtımsız evlere. Bugün bir tane bile kömür yakıtlı santral inşa edilmemeli, mevcut kömür yakıtlı termik santraller de en geç 20 yıl içinde devre dışı bırakılmalı. Hâlbuki Çin’de her beş günde bir, bir yenisi yapılıyor. Aslında onları da suçlayamayız, Çinliler kirlenmenin boyutlarının farkındalar ve alternatiflerine hazırlar, ABD ve Avrupa yüksek teknolojiyi aktarsa kullanmayı vaat ediyorlar, ama zengin Batı dünyası buna yanaşmıyor.
Görüyorsunuz, Türkiye’de de yüzlerce termik santral gündemde, onlarcası sırada bekliyor. Oysa, demin de söylemeye çalıştım, mevcutların da en geç 15-20 yıl içinde tümüyle kapatılması gerekiyor. Bu bilimin söylediği bir şey ama insanlar “Abi, 350 yerine 450 olmaz mı?!” pazarlığı yapıyor “Valla 350 olmaz, olsa “dükkân senin” diye bakılıyor. “Olmaz, çünkü siyasi realiteye uymaz. Gerçekçi olun, bakın Türkiye ne kadar büyüyor, bu kadar enerji ihtiyacını nasıl karşılayacağız o zaman?” diyorlar.
Benim de en sevdiğim laf bu, “gerçekçi olalım” lafı. Ama burada sorun şu, gerçek dünyadan söz eden biziz, onlar değil. Gerçekçi ol diyenler başka bir dünyada, başka bir gezegende yaşıyorlar. Gerçek dünya fizikçilerin, kimyacıların, iklim bilimcilerin söyledikleri, iki kere ikinin her zaman dört ettiği, deniz seviyesinde suyun daima 100 derecede kaynadığı ve sıfır derecede donduğu dünya. Dünya ile bir pazarlık etme imkânı var mı? Suya “sıfırda değil, beşte don!” diyebilir misiniz? Bu da aynı şey işte: Dünyanın en aklı başında, ciddi bilim insanları raporlarıyla, hakemli dergilerde yayınlanan yazılarıyla 350’den yukarısı olmaz diyorlar. Biz, neyin pazarlığını yapıyoruz kuzum?
Evet, aslında sonucu konuşmalıyız, ne yapacağız? Neredeyiz?
Mevcut pozisyonu biraz daha derinleştirsek… Son yıllarda peş peşe yazların da kışların da mevsim normallerinin üstünde seyretmesi belki de insanların hassasiyetlerini arttırdığı için küresel ısınma konusu biraz da olsa tartışılır gibi görünüyor. Pakistan’da ve Rusya’da yaşananlar Amerika ya da Avrupa’da yaşansa, büyük ihtimal acil tedbirler peş peşe devreye sokulacak. Belki küresel ısınmanın günlük hayatımıza yansımaları konusunda da konuşmalıyız, neler oluyor ve neler değişecek hayatlarımızda?
Küresel ısınmanın gündelik hayatımızdaki etkileri gözüküyor tabii ama bilinç düzeyinin yükseldiği, hassasiyetlerin arttığı fikrine tam katılmıyorum. Başta enerji şirketleri, böylesine güçlü bir lobi varken, kârları doğrultusunda bilgiyi tahrip edip çarpıtırken, think-thank’ler kurup, bazı bilim insanlarını satın alıp, müthiş paralar saçarken, bu çok zor. BBC gibi sözüm ona kamusal yayın yapan kuruluşları bile teslim alıyorlar. Başta konuştuğumuz gibi, sanki iki eşit görüş varmış, bu bir görüş tartışmasıymış, bilimsel bir gerçeklikten bahsetmiyormuşuz gibi bir sunuş hayli yaygın.
Türkiye’de merkezde yer alan bir tane medya organında bile bunları konuşturamazsınız, tartışamazsınız. Onlar reklam verecek klima, buzdolabı, çamaşır makinesi üreticilerinden aldıkları bilgiyi kullanarak ekler çıkarıp adına da “çevre eki” diyorlar genellikle. Biz buna “greenwash” diyoruz, yani “yeşil badana”. Hükümetler ve medyanın neredeyse tamamı yeşil badana içinde. Türkiye Başbakanı da “ben çevrecinin daniskasıyım” diyor, ama kömür yakıtlı termik santraller, nükleer santraller, HES’ler, 2B’ler, 3. Köprüler, binlerce kilometrelik yeni otoyollar, duble yollar, vb. planları gırla gidiyor. Gerçi bunun bu hükümete ya da Türkiye’ye özgü olduğunu söylemek zor. Bu her yerde böyle. Bazı ülkelerin “lider”lerinden akıl durdurucu düşünceler çıkıyor, mesela Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus “Küresel ısınma biz Çeklerin gelişmesini engellemek için uydurulmuş bir komplo” diyen bir ahmak.
Bu ülkelere, kendi topraklarında daha büyük felaketler mi gerekiyor?
Belki. Ama düşününce, zaten oluyor da. Katrina tropik fırtınası, felaketlerin en büyüğüydü. Amerikalı bilim insanları fırtınaların, hortumların, tropik kasırgaların sayı ve şiddetinin artacağına dair bir yığın bilimsel yayın yaptıktan bir ay sonra Katrina patladı. Halen yaşamakta olduğumuz Pakistan faciası kime ders oldu peki? Rize’deki sel felaketi ya da Silivri’de İkitelli’de yaşanan facialar az buz şeyler miydi? İnsanlar yük araçlarında boğuldu, bunlar aklın alamayacağı şeyler.
Naomi Klein “Şok Doktrini” kitabında sermayenin bütün bu felaketlerden de yararlandığını, örneğin sahil şeritlerine turizm merkezleri kurmak için fırsat kollayan sermayenin kasırgadan sonra evleri yıkılanları iç kesimlere sürdüğünü, yani sahil şeridinin felaket sayesinde el değiştirdiğini anlatıyor… Söyleşimizin başından bu yana dünyayı doğuyu ve batıyı örnekleyerek konuşuyoruz, burada Türkiye’nin durumu ne?
Klein’ın kitabı gerçekten müthiş, dünyanın fotoğrafı, daha doğrusu ciğer röntgeni gibi. Oradan da rahatça görebiliyoruz ki, dünyanın Türkiye’den, Türkiye’nin de dünyadan hiçbir farkı yok. Aynı mekanizma işliyor. HES kepazeliği üzerine insan ne söyleyeceğini bilemiyor, mevcut 600 hidrolik enerji santrali var, yapılacakların sayısı ise bini aşkın. Bütün bunların Türkiye’nin elektrik kapasitesine katkısı ise sadece yüzde sekiz. Tamamı yapılsa bile oran bu ve çok gülünç bir durum. İnsanda sadece bir takım insanlara para kazandırmak üzere yapılmış yatırımlar izlenimi uyandırıyor.
Sonuç olarak, Türkiye’nin durumunda bir özellik yok. Öte yandan, yerel direnişler her yerde önemli. Ordulular karadeniz otoyolunu yaptırmadı mesela. Yuvarlakçaylılar da HES yaptırmadı. Bergama’da bir yenilgi durumu yaşandı ama güçlü bir bilinçlilik ve direniş gösterildi. Kaz dağlarında altın şirketleri nedeniyle çekilenler oldu, hukuk mücadelesinde kazanan oldu. Ilısu barajında durum şimdilik ortada. 3. Köprü karşısında İstanbullular direniyor. Munzur’lular direniyor. Sinop’ta Akkuyu’da güçlü bir direnç gösteriliyor. Öte yandan, şirketler hem para, hem de siyaset olarak o kadar güçlüler ki, hiçbir yerde kolay kolay engellenemiyorlar.
Türkiye karbon salımı artışında Avrupa ülkeleri arasında ön sırada.
Aslında artış hızı olarak OECD ülkeleri arasında bir numara, belki de dünyada birinci! Hükümetin bu gidişi önleyici herhangi bir tutumu da görülmüyor.
Türkiye’deki bu hızlı artışa neler yol açıyor? Ekonomik gelişme kaygısı ya da iddiası bu hızı anlamaya, adlandırmaya yeter mi?
Mevcut fabrikalar, termik santraller hızın nedeni. Aslında bugün ekonomik kalkınma, büyüme kavramlarını tartışmamız lazım. Türkiye OECD ülkeleri içinde birinci sırada, belki Çin’in arkasında kalıyordur bir tek. O bile belli değil ya, neyse. Yine OECD rakamlarında, mesela ikinci İspanya’nın açık ara önünde. Bu tabii ki büyüme oranıyla ilgili. Ekonomik kriz biraz etkiledi gerçi, ama gerileme yok.
Yani, sonuç olarak, dehşet verici, geri dönüşü olmayan bir yolun üzerindeyiz. Kim yazmıştı hatırlamıyorum, bu, alacakaranlıkta, sisli bir havada, ormanlık bir yolda freni patlak bir arabayla hızla gitmeye benziyor. Bunu inkâr etmek mümkün değil ama bu böyle diye mücadeleyi bırakalım diye de asla düşünmüyorum doğrusu. Bu söz konusu değil. Aksine, ben her seferinde daha da bileniyorum. Tarihin belki de en büyük hak ve eşitlik mücadelesi bu çünkü. Nesillerarası adaletsizlikten daha büyük bir mücadele sebebi düşünülebilir mi?
Beni en çok etkileyen şeylerden biri de şu oldu. Çok uzun süreden beri bu eylemlerin içinde sayılırım. Yaşıtım bir arkadaşımla konuşurken, sokağa çıkıp mücadele edeceğimizi söyleyince “Ben yapamam, polisten korkuyorum” dedi. Asıl korkulacak olan başka şeyler var, dünya bitiyor. Polis korkusu bu durumda tartışılacak bir konu mu? Adamın çoluk çocuğu da var, ama korkudan, onlar için bile sokağa çıkmıyor. Çoğunluk böyle, sokağa çıkmıyorlar, gelmiyorlar.
Görmek istemesek de bir realite var ve biz buna nasıl cevap vermeliyiz? Mesele bu. “Dünya 18 yılı boşa harcadı” diyor aktivist yazar Monbiot. Korkunç bir şey. Ama doğru maalesef.
O 18 yılda 1.5 derece olan dünya sıcaklığının artışı iki dereceye çıktı, demiştiniz bir konuşmanızda. Doğru mu hatırlıyorum?
Hayır, iki dereceye çıkmadı. Toplamda, yani endüstri devriminden bu yana 0,8’lik bir artış var. Buna ilaveten 0.6 Celsius’luk bir artıştan daha bahsediyoruz. O da yolda ve ne yapsak engelleyemeyeceğiz. Şu anda bütün fabrikaları, otomobilleri, uçakları gemileri, klimaları, vb. durdursak dahi, okyanusların ısınmasındaki gecikmeden, vb. sebeplerden dolayı ısınmadaki artışın 1.4’ü bulmasını engelleyemeyeceğiz.
Ne kadar zaman öngörülüyor?
8 yıl. Yaklaşık tabii.
Tedbir alınmazsa 1.4 ün üstüne çıkacak diyorsunuz, değil mi?
Hayır, çok radikal tedbir alınırsa 1.5’te durdurulabilir, demek istiyorum. Bolivya’nın başını çektiği ülkeler, bir buçuk bile fazla, bir derece olmalı diyorlar, ama daha çok iki üzerinde konuşuluyor. Söylediklerini biraz önce verdiğimiz rakamlara göre tutturamadıkları için değişik rakamlar üzerinden tartışılıyor.
Kyoto protokolünün konuşulmaya başlandığı 1992’den bu yana bu tartışmalar var. Demirel’in de gittiği, Rio konferansında çok ileri bir pozisyon vardı. Büyük (Baba) Bush “En büyük meselemiz küresel ısınmadır” diye konuşuyordu ama bir ilerleme kaydedilemedi. Kyoto da zaten ancak 1997’de karara bağlanabildi, yürürlüğe girmesi ise 2005’i buldu. Yani ciddi bir zaman kaybı oldu, çok değerli 18 seneyi harcadık. Bugün 1997’nin de çok gerisinde olduğumuzu kabul etmek lazım.
Peki, sonuçta bu görmek istemediğimiz gerçekliğe karşı ne yapacağız? 18 yıllık bu vaatlere, palavralara rağmen hiçbir şey olmadı, hiçbir şey gerçekleştiremedik. Belki biz aktivistler de kendimizi duyuramadık. Bütün bu bilgileri aktarmak bir yana, hayatınız daha iyi mi olacak demeliydik acaba, ya da tam tersi, “Mahvolacaksınız”ı mı vurgulasaydık sürekli… İnsan duruma bakınca kendini böyle, sürekli eleştiriyor.
Yani daha çok mu umut, yoksa umutsuzluk mu vermeliydik? Belki de fazla büyük vizyonlar verdik, dünya devrimi, şu bu daha iyi olacak falan gibi. Yoksa teknolojik çözümlere mi biraz daha ağırlık vermeliydik? Acaba çevreciler fazla mı iş çevreleri ile haşır neşir oldular yoksa tam tersine onlara fazla mı mesafeli kaldılar? Bence bu tartışmaların hepsinin yapılması gerekiyor.
Burada 3 faktör öne çıkıyor galiba. Birincisi, strateji eksikliği. Monbiot “Gerçeklik şu ki” diyor “başarı için kesin bir stratejimiz yok ve hiçbir zaman da olmadı”. İkinci mesele olarak da, benim de vurguladığım gibi, karşımızdaki hasmın çok kuvvetli olduğunu, onların bu kuvvete her zaman sahip olduklarını anlatıyor. Üçüncü faktör de psikoloji. İnsan eğilimi, yani “bize bir şey olmaz abi” mantığı. Tekrar olacak belki ama inkâr, insan ruhunun en tipik hallerinden biri galiba.
“Biz de kişisel zaafımızı kompanse etmek için bir takım fantezilere saplandık” diyor Monbiot “İyi bir baba figürü olarak gördük devleti. Kendimizi birazcık itersek, protesto edersek o kurumlar, o kurumların iyi, dürüst insanları taviz verir, gezegeni korurlar diye inandık. Yapmıyorlar işte, yok böyle bir şey”.
Hâlâ ne yapacağız sorusuna ve yanıtına gelemedik…
Bu soruyu Monbiot da kendisine soruyor ve “Bilmiyorum” diye yanıt veriyor. Ben de bilmiyorum.
Aslında konu üzerinde düşünüp tartıştıkça, insan zaafını da ortaya koyan çok önemli sonuçlar çıkıyor ortaya. Bir kere artık gerçeği kabul etmemiz gerekiyor. Bunun için politik realite ile yüzleşelim. Kopenhag’da yüzbin kişi yürüdük. Dünya çapında olağanüstü bir etkinlikti, ama olmadı, başarılamadı. Bu eylemler sonuç vermiyor, başka da eylem biçimi yok. Yazar ve aktivist Bill Mckibben bu işin en büyük mücadele platformlarından biri olan 350.org.’u kurdu. Sanırım şimdi artık ondan söz edebiliriz.
350. org’a geçmeden bir sorum daha olacak, Monbiot küresel ısınma için Kapital düzeyinde dediğiniz “Isı: Gezegenin Yanmasını Nasıl Durdurabiliriz?” kitabında tedbirleri adım adım yazmış. Siyasi bir idare bu tedbirler uygulanırsa küresel ısınma rahat rahat önlenebilir, diyor. Bu işin mücadelesini yapanlar devletleri karar almaya zorlamak adına nasıl bir tutum izlemeli?
Büyük değişim ve dönüşümleri sadece kitlelerin yani halkın yapabileceği konusunda bir tereddüdümüz yok. 350hemensimdi.org’a iki yazı koyduk. Birisi, bütün söyledikleri doğru çıkan, harikulade bilimadamı ve “yeni aktivist” James Hansen’ın. “Bakıyorum, başka bir yol yok” diyor “Kesinlikle yokoluşa giden dünyada çok büyük bir adaletsizlik var, bu gidişatta okkanın altına gidecekler, durumda hiçbir payları olmayan genç insanlar, bugünün çocukları ve torunlar. Gelecek kuşak bu tehlikeleri bilecek, ama bir şeyler yapmak için çok geç kalınmış olacak.”
Bu yüzden, bugünün genç kuşağının ve bizim gibi ihtiyarların bedenlerimizi ortaya koymamız gerekiyor. Bu tamamen politik bir meseledir. Eşitlikte adalet olması için vargücümüzle uğraşmak zorundayız. Hakkaniyet şarttır. Yeryüzünün en büyük adalet hareketi bana sorarsanız budur. Ulusal sorunların çok ötesinde bir işten bahsediyoruz. Öyle şeyler olabilir ki, mesela Kürt meselesini falan konuşamaz hale gelebiliriz. Irak ve Suriye ile su savaşları başlayınca bugünkü konuların hiçbirini konuşmaya fırsatımız olmayacak maalesef. Dolayısıyla ebeveyn genç kuşaklara destek olmalı, bu da büyük bir hareket yaratarak, aktivizmle, sivil itaatsizlikle, doğrudan eylemlerle gerçekleşebilir, en büyük umut budur, hatta başka hiçbir yolu yok desek yeri.
İşte bunun için 350.org hareketi var, Bill Mckibben ve yüzlerce genç insan bunu yeryüzünün dört bir köşesinde yürütüyor. Geçen sene 24 Ekim’de 150 ülkede olağanüstü bir hareket vardı. Biz de İstanbul’da yaptık. Bu sene de 10 Ekim Pazar günü “10 /10/10” hareketi adıyla yine sokaklarda olacağız.
Yani, 350.org ile işbirliği halinde hem dünya çapında bir sürü eylem yapıyoruz o gün, hem de alabildiğine eğlenmeyi planlıyoruz. Bando mızıkasıyla filan! Ayrıca, bu küresel partide kendimizi hiç de yalnız hissetmeyeceğimiz kesin! Dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde aynı anda 5 bine yakın “eylemce” yapılıyor çünkü.
Bizler de 10 Ekim Pazar günü saat 15.00’de Galatasaray’dan başlayıp Taksim’e kadar müzikli, eğlenceli bir yürüyüş yapacağız. Ardından Taksim Gezi parkında saat 16.00 ’de şenliğimiz, sergilerimiz, konuşmalarımız var. Ayrıca, Noam Chomsky ve Richard Falk gibi önde gelen düşünür ve aktivistler de o gün aramızda olacak.
Yaratıcı çözümler peşindeyiz yani: Yerel, yavaş, yatay. Yerel: yani küçük, ama evrensel ve dayanıklı direniş odakları; Yavaş, yani usulca ama hemen ve hızla yürütülen eylemler; Yatay, yani asla bir merkezden değil, web’i de kullanarak fotoğraflarla, fıkra ve hikâyelerle, videolarla, müziklerle, kol kola, omuz omuza, diz dize bir örgütlenme biçimi...
Çok ağır bir yıl geçiriyoruz; burası doğru. Ama 10 Ekim Pazar günü birlikte çalışırsak, birlikte eylem yapar, birlikte eğlenirsek, o günü yılın en iyi günü haline getireceğimiz de kesin. Hele, bir de bütün bunları doğru dürüst yapabilirsek, o zaman deli gibi ihtiyaç duyduğumuz siyasi çözümlere doğru da dev bir adım atmış olacağımızın garantisi var. Daha iyi, daha zengin, daha demokratik bir sivil topluma ve daha iyi bir yaşama doğru atılmış büyük bir adım!
Etkinliğimizin adı “Eylemce”. Bunu ne kadar yaygınlaştırabiliriz, bilmiyorum, ama yaşamak için mücadele etmek gerekiyor, başka seçeneğimiz yok. Kültür antropologu Margaret Mead’in şöyle bir sözü var, belki de şiar edinebileceğimiz: “Özene bezene düşünüp taşınmış ve kendini davaya adamış bir avuç vatandaşın dünyayı değiştireceğinden asla şüphe etme. Aslında, dünyayı değiştiren bundan başka bir şey de görülmedi.”
Öyleyse, 10/10/10’da Galatasaray ve Taksim’de buluşmak üzere!