Buzdolabı: Gündelik Hayatın Yapılaşması

-
Aa
+
a
a
a

Kopuk Bağlar'da Fatma Genç ve Hasan Ateş, Koray R. Yılmaz ile gündelik yaşama yayılan bir ilişki bütünü olarak buzdolabını ve buzdolabı üzerinden Cumhuriyetin işletme tarihini irdeliyorlar.

""
Buzdolabı: Gündelik Hayatın Yapılaşması
 

Buzdolabı: Gündelik Hayatın Yapılaşması

podcast servisi: iTunes / RSS

Hasan Ateş: Apaçık Radyo’dan merhabalar, Kopuk Bağlar’da beraberiz ve nesnelerin uzun tarihini konuşmaya devam ediyoruz. 15 günde bir Açık Dergi yayın akışında sizlerle beraberiz, programımızın tekrarını Apaçık Radyo web sayfasından ya da mobil uygulamasından dinleyebilir ya da okuyabilirsiniz. Bugün değerli bir konuğumuz var; sevgili Koray Yılmaz Hocamız. Hocam, merhaba, hoş geldiniz.

Koray R. Yılmaz: Merhabalar, hoş bulduk, çok teşekkür ederim.

H.A.: Biz teşekkür ederiz. Koray Hocamız ile bugün buzdolabını konuşacağız. Beyaz eşya kategorisinde yer alan, gündelik hayatımızın en önemli nesnelerinden birisi buzdolabı. Evlerimizi, işyerlerimizi ve mekanları o denli kuşatsan bir nesne ki buzdolabı sevgili Fatma’dan feyz alarak, ‘buzdolabı olmasaydı icadı gerekirdi’ denilebilir. Buzdolabının hem dünya, hem de Türkiye tarihini ve özel olarak da Cumhuriyet tarihini konuşacağız. Fatma, istersen girizgah için seninle başlayalım.

Fatma Genç: Merhabalar. Öncelikle teknik masada sevgili Mert Erdoğan var, yardımları için kendisine teşekkür ederiz. Hoş geldiniz Koray Hocam.

K.R.Y.: Hoş bulduk, çok teşekkürler.

F.G.: Sözü size vermeden önce ufak bir iki şey söylemek isterim. Bugün Koray Hocamız ile gündelik yaşama yayılan bir ilişki bütünü olarak buzdolabını ve buzdolabı üzerinden Cumhuriyetin işletme tarihini konuşacağız ama ona geçmeden önce, bugün Beyoğlu Sineması’nda Apaçık Radyo’nun 30. yılı kapsamında Radyo Filmleri Haftası başlıyor. Bu güzel etkinliği de hatırlatmış olalım ve nice yıllara diyelim.

8 Mart’ın arifesindeyiz. 8 Mart 1857’de New York’ta tekstil fabrikasında daha iyi çalışma koşulları için direnen kadınlardan ve hayatını kaybeden 120 kadından bugüne kadınlar patriyarkaya karşı eşit ve özgür bir yaşam için isyan diyor. Birhan Keskin ve Aslı Serin’in çok sevdiğim bir şiiri var:

Ölülerimizi ‘sık kullanılanlara’ ekliyoruz.

Ölülerimize ölülerimizi ekliyoruz.

Şans eseri yazmıyorsa adımız bir sayaçta

Birhan, ben bunu hep ‘antisayaç’ olarak okudum.

Yani sayılamayan, sayılmasın hiç aman

Sahi biz kaç darbeden sonra ölülerimiz oluyoruz.

Çaresizlik var Birhan bak:

Türkiye’nin güneyinden üzücü haberler geliyor

Türkiye’nin kuzeyinden üzücü haberler geliyor

Türkiye’nin doğusundan üzücü haberler geliyor

Türkiye’nin batısından üzücü haberler geliyor

Türkiye giderek üzücü bir habere dönüyor…

anıtsayaç’ta bu kadar kadın ismi yeter,

Yeter artık, yeter çıkalım zıvanadan.

Dört duvar arasına hapsedilmiş tüm hayatımızın dört duvar arasında harcanmayacak kadar değerli olduğunu yeniden hatırlayarak, artık anıt sayaçlarda kaç kadının ismini geçtiğini değil, mücadelenin bizi nasıl özgürleştirdiğini saymalıyız diyerek yüreğimize oturmuş bir isyan duygusuyla 8 Mart Gece Yürüyüşü’nü buradan selamlıyoruz.

Koray Hocamızın 2010 yılında Sosyal Araştırmalar Vakfı yayınlarından çıkan Mahalle Bakkalından Küresel Aktöre: Arçelik İşletme Tarihine Marksist Bir Yaklaşımkitabını da hatırlatmak isteriz, çok değerli bir kitap. Koray Hocamızı radyoda ağırlamaktan mutluluk duyuyoruz. Genel olarak sermayenin temsil niteliğindeki parçaları olan şirket/işletme/firma adı verilen ilişki toplamına yönelik eleştirel bir deneme olan Koray Hocamızın kitabı toplumsal yapının meta ilişkileri içerisine çekilmesinin Braudelci anlamda gündelik hayatın yapılaşmalarından kaynaklanan güçlükleri olduğunu ortaya koyarken, bu güçlüklerin Türkiye’de meta üretim ilişkilerinin en önemli aktörlerinden birisi olan Arçelik örneğini ele alıyor. Gündelik hayatımızın hemen hemen her alanına sirayet eden nesneleri üreten ve oradaki görünmez ilişkiyi şirket/işletme/firma ölçeğinde deşifre eden önemli bir çalışma.

Modernleşmenin önemli bir unsuru olarak teknolojiler, insanların yaşamlarını, gündelik hayatlarını, kendilerini ve kimliklerini ifade etme biçimlerini nasıl şekillendirdiğini belirlerken, tarihsel olarak toplumsal hayatın bir parçası haline gelmiştir. Teknoloji, günlük yaşamda kullanımıyla çeşitli anlamları, toplumsal olanı yeniden inşa ederken, özel ve kamusal alan, varsıl ve yoksul, erkek ve kadın, kentli ve köylü gibi ayrımlara da işaret eder.

Buzdolabı da gündelik hayatın yapılarından birisi olarak karşımıza çıkıyor ve aile içi ilişkilerde bir yer ediniyor kendisine. Üstlendiği misyon ve temsil ettiği yaşam biçimi ile de önemli bir nesne konumunda.

Leyla Bektaş Ata, Defne Karaosmanoğlu ve Bahar Emgin’in İdealkent Yayınları’ndan 2023 yılında çıkan Bu Ev işlerini Kim Yapıyor Kuzum? - Asrileşmeden Robotlaşmaya Ev ve Kadınlık Tezahürleri kitabını da hatırlatmış olalım. Bu kitap da eknolojinin cinsiyetli yapısına odaklanan bir çalışma. 1930’larla birlikte hayatlarımıza giren buzdolabının gündelik hayata dahil olurken, çekirdek aileleri hedef kitlesine yerleştiren reklamları ile erkeği buzdolabı teknolojisinin ‘bir bileni’, teminat vereni ve satın alıcısı; kadını ise kullanıcısı olarak işaretler. Kadınlar ya mutfak önlüğünü takıp servis yapar, ya ev halkının - özellikle de çocuklarının - sağlıklı beslenmesi için didinirler, ya da çok şık kıyafetler, özenli saç ve makyajlarıyla açık buzdolabının önünde ağırladıkları misafirlerine bu teknolojinin özelliklerini anlatırlar. Bu reklamlar, Cumhuriyet kadınının her şeyden önce anne ve ev kadını olduğunu hatırlatırken, işten eve dönen erkeği rahat ettirecek ‘aile yuvası’nın inşasındaki rolünü öne çıkarırlar. Türkiye’de reklamlar üzerinden buzdolabı vasıtasıyla ev içi ilişkilerin nasıl konumlandığının izini sürebiliyoruz.

Sözü çok uzatmadan Koray Hocamıza buzdolabının metalaşma süreci nasıl gerçekleşiyor diye sorarak başlamış olalım.

K.R.Y.: Çok teşekkür ederim, çok güzel ve anlamlı bir giriş. 8 Mart öncesine denk olarak Apaçık Radyo’ya, sevgili Fatma ve sevgili Hasan, sizlere de teşekkür ederim. Çocukluğumdan beri radyo ile kurduğum güzel bir ilişki var. Bu da güzel bir hatıra olacak benim için. Malum süre kısıtımız var, gönül çok şey anlatmak, paylaşmak ve sohbeti derinleştirmek istiyor. Zaman kısıtımıza rağmen, bir radyo programının yumuşaklığına, samimiyetine, sıcaklığına, hatta buzdolabı gibi bir konu konuşurken bile o soğukluğun bizim sıcaklığımızı düşüremeyeceğini vurgulayan bir konuşma yapmak anlamlı olacak.

Bir anekdot ile başlamak istiyorum. Ben de geç rastladım bu hikâyeye, Steve Silverman’ın Aykırı Yayınları’ndan çıkan Einstein’in Buzdolabı - Tuhaf Hikâyeler adlı bir öyküsü var ki öykü değil, gerçekliği anlatıyor; 1920’lerin başında Almanya’dayız. Evinde böyle rahat oturmayı seven, club chair dedikleri geniş bir koltukta oturmuş, sabah robdöşambrını giymiş, elinde gazete okuyan bir adam var. Adam gazete okuyor, gazete okurken de bir habere rastlıyor. Haber, bütün fertleri ölen bir ailenin haberi. Anne, baba ve çocuklar hayatını kaybediyor. Temel neden ise buzdolabından sızan zehirli bir maddenin hepsini öldürmesi. O dönemde tüm soğutucularda yani 20. yüzyılın başlarında soğutucu teknolojilerinde son derece zehirli maddeler var - amonyak, sülfür dioksit gibi maddeler kullanılıyor. Bu maddeler de sızıntı durumunda ölüme yol açabiliyor. Bu kişi Albert Einstein, buzdolabına da bulaşmış ve gerçekten buna sağlıklı bir çözüm yolu bulunabilir mi diye düşünüyor. Günümüzde bilim insanlarının pek düşünmediği bir şey bu. Toplumsal sorunlara, sağlıklı çözümler arama çabası üzerine Einstein çalışıyor. Ona daha sonra önemli bir bilim insanı olan Leó Szilárd da eşlik ediyor. Bu konuda çeşitli tasarımlar üretiyorlar, sızıntının olmayacağı bir buzdolabı üretme derdindeler ve gerçekten de işe yarıyor. Bazı gelişmeler yaşanıyor, birtakım icatlar söz konusu oluyor. Bir şirketle anlaşma sağlıyorlar ama şirket üretime geçmeden mali sıkıntılar yüzünden kapanıyor. Daha sonra iki büyük şirket, İsveç Şirketi Electrolux ve Alman AEG ile anlaşma imzalanıyor. Electrolux, şirket mantığı içerisinde daha çok kendilerine rakip bir tasarım ortaya çıkmasın diye alıyor, üretime koşmak gibi bir dertleri yok. AEG ise üretime sokmak istiyor ve 31 Mart 1931 tarihinde buzdolabını üretiyor. Einstein ve Szilárd’ın buzdolabı çalışmaya başlıyor. Çalışıyor ama gürültülü biraz. Sızıntı da bir şekilde engellenmiş oluyor. Peki, sonra ne oluyor? Tarih itibarıyla aklınıza gelebilir, proje birkaç sebepten dolayı sona eriyor. Başta gelen sebep, 1929 Dünya Krizi. Kriz, bu tarz yatırımların, gelişimlerin önüne geçiyor. Ancak en önemli etkilerin başında Freon gazının soğutma teknolojisinde kullanılması geliyor. 1930’lu yıllardan itibaren bu gazın kullanımı, sızıntı tehlikesini ortadan kaldıran bir yöntem olarak işlev görüyor. Dolayısıyla Einstein ve Szilárd’ın buzdolabı tasarımına ihtiyaç kalmıyor. Freon gazını kullanan şirket kim? General Electric. 20. yüzyılın başında General Electric gibi birkaç şirketten daha bahsedilebilir ancak General Electric buzdolabında temel üretici olarak karşımıza çıkıyor. Devamında bir seri üretim sürecine giriliyor.

Bu anekdottan sonra tarihsel olarak anlamamız gereken şeye, buzdolabının bize sağladığı olanak nedir diye baktığımızda ürünlerin saklanabilmesi, yiyeceklerin korunması gibi birçok şeye olanak sağlıyor. İnsanlar bunu her zaman bu şekilde mi gerçekleştiriyordu diye sorduğumuzda ise tarihsel bir yarılma ve farklılaşma görüyoruz. Bu farklılaşmayı da metalaşma kavramı ile ifade edebiliriz. İnsanlar çok uzun yıllar boyunca kurutma, tütsüleme, tuzlama, şekere bulama gibi yöntemler yanında mağaraları, kuyuları, toprak altını, kar ve buz çukurlarını besinleri bozulmasın diye saklamak için kullanıyorlar.

Yakçal

İlerleyen tarihlerde geçmişe de referansla buz evleri çıkıyor karşımıza. Örneğin Perslerde karşımıza çıkan Yakçal diye yerler var. Bunlara buz evi de diyebiliriz. Kışın toplanan buzlar, burada saman ve talaşla yalıtılarak saklanıyor. Büyük gelişme ise metalaşma ile birlikte 19. yüzyılın başlarında buz ticareti ile ortaya çıkıyor. Doğal buzlar kesilip farklı ülkelere ihraç ediliyor. Bütün bir 19. yüzyıl, soğutma sistemi üzerine teknolojik ve bilimsel çalışmalarla geçiyor ve 20. yüzyılda da karşımıza Kelvinator, Frigidaire ve General Electric gibi şirketler altında üretilen ev tipi buzdolapları çıkıyor. Uzunca bir süre insanlar, non-commodification, metasızlaştırılmış alanlarda saklama işlerini yürütüyorlar. 19. yüzyılın başlarında yavaş yavaş görülen, 20. yüzyılda hızlanan bu hizmetin ve olanağın sağlanması metalaşma süreciyle birlikte mümkün oluyor.

Metalaşma dediğimiz kapitalist üretim tarzının yaygınlaşması, daha önce meta dışı olan alanların yeni meta alanlarına çekilmesi non-commodificationdan commodificationa doğru bir geçişi gözlemliyoruz.

F.G.: Çok teşekkürler Koray Hocam, güzel ve merak uyandırıcı bir girizgah oldu. Şimdi bir müzik molası verelim. Alice Cooper’dan “Refrigerator Heaven” şarkısını dinleyelim.

H.A.: Koray Hocam, dilerseniz buzdolabının Türkiye süreci ile devam edelim. Buzdolabının meta olarak Türkiye’deki kapitalistleşme ve sermaye birikim sürecinde tarihsel yolculuğu nasıl? 

K.R.Y.: 20. yüzyılın başlarında Batı’da; ABD’de ve Avrupa’da bu hizmet, ihtiyaç giderme alanı metalaşırken, Türkiye’de 1930’lu yıllardan sonra daha çok ufak miktardaki ithalat ile buzdolabı ile karşılaşıyoruz yani ithal edilen buzdolapları karşımıza çıkıyor ve biraz önce bahsettiğim markalar ithal ediliyor. Tabii ki yüksek gelirli kesim bu ithalatta öne çıkıyor. 

Türkiye’de üretim meselesi ise asıl olarak 1950’lerin ikinci yarısı ile birlikte 1960’larda karşımıza çıkıyor. Türkiye’de ilk buzdolabı üretimi Arçelik tarafından gerçekleştiriliyor ve 1960 yılında B1 diye bir model ile üretim ortaya çıkıyor. Keza çamaşır makinesi için baktığımızda da Arçelik karşımıza çıkıyor. Arçelik çamaşır makinesi de benzer şekilde Ç1 modeli ile üretiyor. Bir anlamda Ford’un T1’leri gibi isimlendiriliyor bu modeller. Arçelik’in asıl öneminin Türkiye’de daha önce metalaşmamış ya da çok az metalaşmış alanları yaygın meta üretimine açması olduğunu söyleyebiliriz. Buzdolabı ve çamaşır makinesinin önem kazandığı yer biraz da burası. Aynı zamanda şüphesiz bir zenginlik artışı anlamına da geliyor bu. Ülke ekonomisi açısından da sanayileşme vb. kavramlarla anlatılan bir süreç. Her ne kadar montaj olsa da asıl olarak bu alanların meta üretimi aracılığıyla kapitalist toplumsal ilişkilere açılması sürecini ifade ediyor. Metalaşma dediğimiz şeyin temel meselesi de bu. Küresel eğilimlere benzer şekilde Arçelik, temel ürünler olarak sayılabilecek buzdolabı ve çamaşır makine üretmeden evvel çamaşır yıkama ve yiyecek saklama gibi faaliyetler meta üretimi dışında gerçekleştiriliyordu. Bir alıntı yaparsak eğer, Mustafa Kamışçıoğlu, Arçelik sözlü tarih görüşmelerinden birinde şunu ifade ediyor, “Öyle buzdolabı gibi bir şey yoktu. [İnsanlar yiyecekleri] kuyunun içerisine sarkıtır ve işini görürdü. Hele çamaşır makinesi... Çamaşır makinesi külliyen yok. Elinle alacaksın, sıkacaksın, suyu ısıtacaksın, çamaşır makinesine koyacaksın, içine sabun koyacak, yıkayacak, sıkacaksın. Öyle bir şey vardı. Katiyen çamaşır makinesi hele hiç yoktu… Buzdolabı derseniz işte öyle ki tel dolabımız var evde buzdolabını ne yapacağız, yerimiz yok gibi birçok şeylerle karşılaştık. Çünkü hakikaten her evde bir tel dolabı vardı o zaman.” Yani ‘evde buzdolabını ne yapacağız, yerimiz yok’ gibi söylemlerle de karşılaşmıştım çünkü tel dolap var o dönemde. 

Türkiye örneği bize toplumsal yapının meta ilişkileri içerisine çekilmesini gösteriyor ki Fernand Braudel de kullanıyor bu lafı. Braudelci anlamda gündelik hayatın yapılaşmalarından yani gündelik alışkanlıklardan kaynaklanan güçlükler olduğunu gösteriyor. Meta ilişkilerinin oluşmasının ve yaygınlaşmasının öyle kolaylıkla, pürüzsüz olarak işleyen bir süreç olmadığını da gösteriyor. Burada ciddi anlamda insanların gündelik hayatlarının rutinlerinden kaynaklanan güçlükler söz konusu. Bu güçlükler, Türkiye’de meta üretim ilişkilerinin ve kapitalizminin en önemli aktörlerinden olan Vehbi Koç’un kendi üretimini yaptığı metalar bağlamında kendi evinde dahi aynı biçimde yaşandığını görüyoruz. Alıntı ile daha da netleştirir isek Sevgi Gönül şöyle diyor, “Bizim eve çamaşır makinesi çok geç girdi çünkü annemde tokaç denilen bir malzeme vardı, bilmem bilir misiniz. Tokaç ve kil ile çamaşır yıkatmaya meraklıydı… Annem [eve çamaşır makinesi girmesini] hiçbir zaman kabul etmedi. Annem vefat ettikten sonra biz çamaşır makinesi aldık babama. Çok gariptir değil mi?” 

Metalaşma sürecinde yaşanan bu direnci başka yerlerde de görüyoruz. Arçelik yöneticisi Cengiz Solakoğlu’nun anlattığı Erzurum örneği, bu alanda zamanla yaygınlaşacak ve doğallaşacak metalaşma eğiliminin, erken dönem için ne kadar ‘garip’ olduğunu gösteriyor kendi ifadeleriyle, “1958 yılındaydı zannediyorum, babam tüm yenilikleri Erzurum’a getirmek isteyen bir kişiliğe sahipti ve ilk buzdolabını o dönemde getirdi. Ama bu dolap gazlı bir Amerikan dolabıydı yani gazyağıyla çalışıyordu çünkü Erzurum’un voltajı o dönemde fevkalade oynak bir voltajdı, dizel motor ile aydınlanırdı şehir. Gündüz 220 volt olan cereyan, gece 06:00’dan sonra, lambalar yanmaya başladığı zaman 110 volta kadar düşebilirdi. Uzun süre elimizde kaldı, satamadık. Bir çamaşır makinesi geldi, o çamaşır makinesini de satamadık. General Electric markaydı ve Amerikan malıydı. Eve gönderdiğini hatırlıyorum babamın. Sonra büyükannemler itiraz etti ve çamaşır makinesi tekrar geri mağazaya döndü. 1960’lı yıllarda eniştem Almanya’ya gitmişti, bir buzdolabı getirdi. Erzurum’da uzun süre, ‘Delinin zoruna bak! Erzurum gibi soğuk bir yere buzdolabı getirmiş’ diye alay konusu oldu.” Yani Solakoğlu, Erzurum gibi soğuk bir yere buzdolabı getirildiği için alay konusu olunduğunu anlatıyor. Bu sadece Erzurum ve soğuklukla ilgili bir mesele değil; Antalya’da da benzer örnekler var. 

Feyyaz Dolunay Tanır, Arçelik’in eski yöneticilerinden birisi kendisi, şöyle aktarıyor, “Benim babam beş tane buzdolabı getirmiş Antalya’ya. Bunun bir tanesi vapurdan inerken hasarlanmış, kalan dört tanenin iki tanesini satabilmişler. Öbür ikisi ise satılmamış yani insanlarda buzdolabı kullanma diye bir düşünce yok. Onu evde elinin altında bir kalabalık olarak görüyor…” Bunları ayrıntılandırabiliriz, daha fazla da örnek verebiliriz ancak şu açıdan önemli; sermayedarın mantığının değişmesi yurttaşında mantığının değişmesini beraberinde getiriyor. 

Suna Kıraç şöyle diyor, “Vehbi Koç halktan biri gibi yaşamak konusunda ısrarcıydı. Bu ısrarı, kimi zaman ev yaşamında çalışanları için külfete dönüşüyordu. Örneğin, yazlık eve taşınırken, kışlık evdeki buzdolabı da taşınıyordu. Bu durumdan haberdar olan Atılım A.Ş’nin Genel Müdürü Cengiz Solakoğlu’nun bir buzdolabını kışlık evine göndermesi üzerine Vehbi Koç telefon açarak, ‘Sen benim yaşamıma niçin karışıyorsun?’ diye çıkıştı. Solakoğlu’nun yanıtı işadamı Koç’u ikna edecek bir gerekçeye dayanıyordu, ‘Kışlık evinizdeki buzdolabını yazlığınıza taşıdığınız duyulursa, biz yazlıkçılara nasıl buzdolabı satarız?’ Bunu duyan Koç gülerek telefonu kapatmıştı.” Anlaşılan Koç’un kendi tüketim alışkanlıkları da sermaye mantığı zamanında belirlenir hale geliyor. Bu şüphesiz bize Marx’ı hatırlatıyor. Marx şöyle söylüyor, “Belli bir gelişme aşamasına ulaşıldığında itibar kaynağı olan ve alışılagelen derecede israf, talihsiz kapitalist için bir zorunluluk halini almaktadır.” Bu oldukça önemli. 

O zaman konu şuraya geliyor: Metalaşma sürecine karşı yaşanan bu direnç ya da alışılagelmiş gündelik yaşam biçimlerini sürdürme iradesinden bugünü tanımlayan yaygın meta ilişkilerinin içselleştirilmesi sürecine geçiş. Bu üzerinde durulması gereken önemli bir mesele. Neredeyse tamamen gereksiz görünen şeyler, nasıl oldu da bugün herkesin evine girebildi? Üstelik eve girmekle de kalmamış, bir insan ömründe erken dönemlerde bir buzdolabı varken, şimdi sürekli bir devir halinde bir insan yaşamında nasıl beş-altı buzdolabı sahipliğine ulaştı? Bu durumun gizi meta üretiminde saklı ve Marx bunu da çok güzel anlatıyor, “Meta üretiminde üretim her şeyden önce tüketim nesnesini üretir." Yani üretim tüketimi yaratır, böylesi bir tüketim olgusunun ürünü bizzat tüketici olarak karşımıza çıkar. Üretimin ürettiği şey, yalnızca tüketimin nesnesi değil, aynı zamanda tüketim tarzıdır. Bu yalnızca nesnel değil, öznel tarzda da yapılmaktadır. Demek ki üretim tüketiciyi, tüketim tarzını da beraberinde yaratıyor. Üretim yalnızca özne için bir nesne yaratmakla yetinmez, aynı zamanda nesne için bir özne yaratır. Belki de en önemlisi bu. Üretim gereksinime yalnızca maddi bir nesne sağlamakla kalmaz, maddi nesneye de bir gereksinim sağlıyor.

F.G.: Tam da icat etmek gerekir dediğimiz şey…

H.A.: Koray Hocam, ‘nesne’ için ‘özne’ diyerek harika bir cümle ile bitirdiniz. 

F.G.: 8 Mart’ı da tekrar selamlamak istiyoruz. Marta Gomez’den “Manos Mujeres” (“Kadınların Elleri”) şarkısını dinliyoruz. Koray Hocam, çok teşekkür ederiz. Görüşmek üzere.

H.A.: Çok teşekkür ederiz hocam. Teknik masada Mert Erdoğan vardı, kendisine de çok teşekkür ediyoruz. Hoşça kalın. 

K.R.Y.: Hoşça kalın.