"Yaşam hakkı ve doğanın korunması, karbon ticaretinden önce gelmeli"

-
Aa
+
a
a
a

İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu, TBMM'de görüşülmeye başlanan İklim Kanunu teklifi üzerine konuşuyor.

""
"Yaşam hakkı ve doğanın korunması, karbon ticaretinden önce gelmeli"
 

"Yaşam hakkı ve doğanın korunması, karbon ticaretinden önce gelmeli"

podcast servisi: iTunes / RSS

Türkiye’nin toplam sera gazı emisyonları 2023 yılında 598,9 milyon tona ulaştı ve %6,9 arttı. Türkiye’nin sera gazı emisyonları böyle artmaya devam ederse, Paris Anlaşması kapsamında taahhüt edilen 2030 yılı hedefi üç yıl sonra aşılacak.

Türkiye’nin sera gazı emisyon istatistikleri TÜİK tarafından açıklandı. 2023 yılında Türkiye’nin toplam sera gazı emisyonları bir önceki yıla göre %6,9 oranında artarak 598,9 milyon tona ulaştı. Kişi başına düşen sera gazı emisyonu miktarı da 7 milyon ton oldu ve toplam sera gazı emisyonlarında olduğu gibi tarihin en yüksek seviyesini gördü.

Ekosfer Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Özgür Gürbüz, sera gazı emisyonlarındaki artışın enerji sektörü kaynaklı olduğuna dikkat çekerek, enerji sektörü kaynaklı emisyonların toplam emisyonlar içindeki payının %73,8’e çıktığını vurguladı. 2023 yılında ithal kömürle çalışan termik santralların tarihte ilk kez elektrik üretiminde en yüksek paya sahip kaynak olduğunu hatırlatan Gürbüz, “Emisyon artışıyla, ithal kömür kullanımının artışı arasında bir bağ var. İthal kömürün elektrik üretimindeki liderliği 2024 yılında da sürdü. Bu nedenle iklim krizine yol açan sera gazı emisyonlarındaki artışın önümüzdeki yıl da sürmesi şaşırtıcı olmaz,” dedi.

Türkiye’nin elektrik üretiminde gazın payını azaltırken kömürün payını artırdığını belirten Özgür Gürbüz, “Bu da aynı miktarda elektrik üretmek için daha fazla sera gazı çıkarmak anlamına geliyor. Halbuki yapılması gereken, enerjiyi daha verimli kullanmak, talebi kontrol altına almak ve yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştirmek olmalı. Kömür santrallerini kapatmak için bir takvim belirmeli, gaz ve özellikle ulaşımda kullanılan petrol tüketimini de azaltmalıyız. Hepsinin çözümü var,” açıklamasını yaptı. Gürbüz sözlerini şöyle sürdürdü, “Türkiye, bu yıl Ulusal Katkı Beyanı’nı güncelleyip, eskisinden daha iyi bir emisyon hedefi açıklamak zorunda. Açıklanan son emisyon verileri kırmızı alarm veriyor. Böyle giderse 2030 hedefi tutturulamayabilir. 2030 sonrası için belirlenecek daha zorlayıcı hedeflere erişmek de zorlaşıyor. Kişi başına düşen emisyon miktarında da sekiz ton seviyesindeki İsveç, Portekiz ve Romanya gibi Avrupa ülkelerini neredeyse yakaladık. Artık iklim krizini durdurmak için ciddi adımlar atmalı, yapıyormuş gibi yapmaktan vazgeçmeliyiz.”

Gündemde çok da yer almayan önemli bir konuya bakalım şimdi de… Türkiye’nin ilk İklim Kanunu teklifi TBMM’de ben yayını hazırladığım Çarşamba günü görüşülmeye başlandı. Bu gelişme, ilk anda iklim değişikliğiyle mücadelede geç kalınmış ama umut vadeden bir adım gibi görünse de, teklifin içeriğine yakından bakıldığında önemli yapısal eksiklikler ve ciddi çelişkiler barındırdığı görülüyor. 

TBMM Genel Kurulu’nda görüşmelerine başlanan İklim Kanunu teklifine muhalefet partileri ve iklim alanında çalışan sivil toplum kuruluşları Meclis’te düzenlenen bir basın toplantısıyla tepki gösterdi. CHP Bursa Milletvekili Kayıhan Pala, “Bu bir karbon piyasası düzenleme kanunudur," derken, DEM Parti İzmir Milletvekili İbrahim Akın ise,“Türkiye’de her yerde fosil yakıt tüketiliyor ve teşvik ediliyor. Türkiye, Avrupa’nın ve birçok ülkenin çöplüğü durumuna getirilmek isteniyor,” diye konuştu. TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık da, “Saray rejiminin sahiplerinden bu ülkenin halkının menfaatine olan herhangi bir yasa çıkmaz,” açıklamasında bulundu.

CHP, DEM, EMEP VE TİP milletvekilleri ile iklim alanında çalışmalarını yürüten 120 platformu temsilen gelen üyeler, TBMM Genel Kurulu’nda görüşmelerine başlanan İklim Kanunu teklifine tepki gösterdi. Milletvekilleri ellerinde, 'Sermayenin değil, halkın iklim yasasını istiyoruz', 'Fosil yakıtları yasaklayın', 'İklim değil, karbon yasası' yazılı dövizler taşıdı.

CHP Kahramanmaraş Milletvekili Ali Öztunç, “Dünya iklim krizini konuşurken, Türkiye’de 'iklim krizine karşı tedbir alıyoruz' diye bir kanun teklifi getiriyorlar. İçerisinde iklimle ilgili hiçbir şey yok. Sermaye var, para var, Mehmet Cengiz var yine. Oysa ağacın yeşili doların yeşilinden daha değerli. Günü gelince bunu görecekler. Sermayeyi bir kez daha zengin edecek bir kanun teklifi getiriyorlar adına da ‘iklim kanunu’ diyorlar. Bu kanun teklifinin geri çekilmesi gerekiyor,” ifadelerini kullandı.

DEM Parti İzmir Milletvekili Burcugül Çubuk, “İklim krizinden en çok kadınlar etkilenecek. Bu teklifte elbette kadınla, toplumsal cinsiyetle ilgili hiçbir şey yok. Bu kanunda zaten halktan yana hiçbir şey olmadığı için bu olağan bir durum. O nedenle de bu kanunu reddediyoruz,” diye konuştu.

Uzmanlara göre, teklif bilimsel temellere dayanmıyor, somut hedeflerden yoksun ve ekonomik kazanç odaklı bir yaklaşım izliyor. Bahçeşehir Üniversitesi'nden Doç. Dr. Serkan Köybaşı, yasa tasarısının 2030, 2040, 2050 gibi dönemler için net emisyon azaltım hedefleri koymamasının büyük bir boşluk yarattığını vurguluyor. 2053 net sıfır hedefi ise yalnızca gerekçe bölümünde yer alıyor, bu da hedefin hukuki bağlayıcılığını zayıflatıyor.

Teklifin en çok eleştirilen yönlerinden biri, iklim krizini çözmeye yönelik bir plan sunmak yerine emisyon ticareti sistemini teşvik ederek ekonomik kazanç sağlamaya çalışması. Max Planck Enstitüsü’nden Dr. Ezgi Ediboğlu’na göre, yasa iklim krizinden ziyade karbon salımının piyasa aracı haline gelmesini düzenlemeye çalışıyor. Üstelik bu ticaretten elde edilecek gelirlerin, doğrudan etkilenmiş topluluklara değil, özel sektörün 'yeşil dönüşümüne' aktarılması planlanıyor.

Sivil toplum kuruluşları ve bilim insanlarının sürece dahil edilmemesi de önemli bir sorun olarak öne çıkıyor. Karar alma süreçleri şeffaf değil; denetim ve hesap verilebilirlik mekanizmaları zayıf. Karbon piyasalarına dair kararlar, sivil toplumun temsil edilmediği kurullar aracılığıyla verilecek. Bu durum toplumun, özellikle gençlerin, karar süreçlerinden dışlandığını ortaya koyuyor.

GoFor gibi gençlik hareketleri de bu eksikliği net bir şekilde ortaya koyuyor. Hazırladıkları bilgi notu, teklifin gençlerin katılımını güvence altına almadığını, iklim krizinin sosyal ve ekonomik etkilerine dair herhangi bir politika üretmediğini ve 'adil dönüşüm' gibi kavramların içinin nasıl doldurulacağına dair hiçbir açıklama sunmadığını gösteriyor. Karbon piyasalarının detaylı şekilde teşvik edildiği bu teklifte, ne doğaya, ne de insan haklarına dair somut bir güvence yer alıyor. Bu yasa böyle geçerse, Türkiye’de iklim politikaları bir kez daha ekonomik araçlara indirgenecek. Gençlerin bugünü ve geleceği hakkında karar alınacak ama gençlere söz verilmeyecek.,

Teklifin doğa üzerindeki etkileri de göz ardı ediliyor. Biyolojik çeşitlilik, ekosistemlerin korunması, hassas alanlarda faaliyetlerin sınırlandırılması gibi temel başlıklar yasada yer almıyor. Su yönetimi, ormanlar ve tarım alanları gibi kritik konular bütüncül bir yaklaşımla ele alınmamış. Fosil yakıtların terk edilmesine dair net bir plan bulunmadığı gibi, 'kömürle geçiş' gibi çelişkili ifadeler teklifin içinde yer alıyor.

Gerçek bir iklim yasası; yalnızca karbon salımını azaltmakla kalmayıp, doğa ve insan üzerindeki etkileri bilimsel bir temelle değerlendiren, fosil yakıtları aşamalı olarak devre dışı bırakan, Paris Anlaşması ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi gibi uluslararası yükümlülüklerle tam uyum içinde olan, sivil toplum ve gençleri karar süreçlerine dahil eden bir yapı sunmalı.

Bugün ihtiyacımız olan şey, iklim krizini ticari bir fırsat olarak gören değil, adil ve kapsayıcı bir dönüşüm sürecini inşa eden bir yasa. Gençlerin, bilim insanlarının, yerel yönetimlerin ve halkın sesine kulak verilmeli. Yaşam hakkı ve doğanın korunması, karbon ticaretinden önce gelmeli.

Aslında bu noktada iklim krizi ve demokrasi ilişkisine de bir bakmalıyız. Yani aslında geleceğimizin kimler tarafından şekillendirildiği konusu biz gençler için her zamankinden daha fazla önem taşıyor. Kafamda birçok soru var aslında. Dünyanın gidişatı hakkında gerçekten söz hakkımız var mı? Yani mesela, hükümetler fosil yakıt şirketlerine milyarlarca dolar destek verirken, biz ne yapıyoruz? Sosyal medyada birkaç story mi atıyoruz ya da bir dilekçe imzalayıp işimize mi bakıyoruz, gerçekten fark yaratabiliyor muyuz? Ve en önemlisi: Biz susarsak, bizim yerimize kim konuşacak?



Önce şunu kabul edelim: İklim krizi herkesi eşit etkilemiyor.

Yazlar daha sıcak, kışlar eskisi kadar soğuk değil, ama şimdilik hayatımıza devam edebiliyoruz, değil mi?

Peki ya Pasifik’teki ada ülkelerinde yaşayan insanlar? Onlar için bu kriz, 'deniz seviyesi yükseldi' haberinden ibaret değil. Ülkeleri haritadan silinmek üzere ya da Güney Asya’da, Afrika’da yaşayan çocuklar? Kuraklık yüzünden yemek bulamıyorlar, aileleri göç etmek zorunda kalıyor.

Şimdi düşünün bu insanlar iklim krizine ne kadar sebep oldu?

Büyük ihtimalle hiç ama bedelini ödüyorlar ve sizce bu adil mi?

Bence değil ve işin kötüsü, bu adaletsizlik devam edecek. Eğer bir şey yapmazsak, gelecekte çalışma hayatlarımızda biz de bu adaletsizliğin bir parçası olmak zorunda kalacağız. 

Şimdi gelelim esas meseleye. Biz bu dünyada yaşıyoruz ama gerçekten söz hakkımız var mı?

Mesela, Paris Anlaşması'na bakın. Hükümetler iklim krizine karşı harekete geçeceğiz dediler ama sonra fosil yakıt şirketlerine milyarlarca dolar aktarmaya devam ettiler. Bu demokrasi mi?

Ya da seçimleri düşünün. 18 yaşında oy kullanabiliyoruz, güzel ama iklim politikalarını belirleyen kararlar kimler tarafından alınıyor? Gençlerin olmadığı toplantılarda, yaş ortalaması 50-60 olan politikacılar tarafından.

Sizce gerçekten bizi düşünenler mi karar veriyor yoksa sadece kendi dönemlerini kurtarmaya mı çalışıyorlar?

İklim krizinde zaman çok önemli. Bilim insanları, 'Birkaç yıl içinde kömür ve petrolü terk etmezsek geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşacağız' diyorlar.

Ama demokratik süreçler yavaş. Yasalar, toplantılar, müzakereler… Yıllar geçiyor ama fosil yakıt kullanımı hâlâ devam ediyor.

Peki, bu durumda ne yapmalıyız? Daha hızlı çözümler mi bulmalıyız, yoksa demokrasiye mi sadık kalmalıyız? Daha hızlı kararları almak otoriter rejimlerde sağlanabilir diyorlar ama iklim krizini çözmek için demokrasiyi feda etmek zorunda mıyız?

Peki biz ne yapabiliriz?

İşte asıl soru bu: Gerçekten bir fark yaratabilir miyiz?

Bence evet ama bunun için önce kendi gücümüzü fark etmemiz gerekiyor.

Gençler olarak neden politik süreçlerde daha fazla yer almıyoruz?

Neden iklim politikalarının oluşturulmasında gençlerin de söz hakkı yok?

Neden büyük şirketler sadece kâr amaçlı düşünürken, biz onların hesap vermesini sağlayamıyoruz?

Bakın, 2019 itibarı ile Fridays for Future hareketine katılan milyonlarca genç vardı. Şimdi o hareket yavaşladı ama sorun ortadan kalkmadı ki! Eğer biz konuşmazsak, kim konuşacak?

Bu konuda son sorum şu; Gelecek kimin elinde?

Sonuç olarak şunu unutmayın: Bu gezegenin geleceğini en çok biz yaşayacağız. Ama şu an kararları başkaları alıyor.

O yüzden demokrasi sadece seçimlerden ibaret değil. Sokaklarda, sosyal medyada, okullarda, çalıştığımız yerlerde sesimizi duyurmamız lazım. Çünkü biz susarsak, başkaları bizim geleceğimizi şekillendirecek.

Peki, biz nasıl daha fazla söz sahibi olabiliriz? Bunu gerçekten düşünmeliyiz çünkü bu konu tam olarak bizimle ilgili.

Ama işte tam da bu yüzden demokrasi meselesi bu kadar önemli. Şu anda, sadece protesto hakkını kullanan gençler günlerdir sebepsiz yere tutuklu. Şiddete başvurmamışlar, kimseye zarar vermemişler, sadece haklarını savunmuşlar ama karşılığında ne görüyorlar? Baskı, gözaltılar, susturulma.

Peki, bu bir demokrasi mi? Demokrasi dediğimiz şey, yalnızca seçim gününde oy kullanmak mı? Yoksa insanların sokaklarda, meydanlarda, sosyal medyada seslerini duyurabilmesi mi?

Eğer bir ülkede gençler kendi gelecekleri için konuştuğunda cezalandırılıyorsa, o zaman o ülkede gerçekten demokrasi var mı? Ve eğer bu baskıya sessiz kalırsak, sıradaki kim olacak?

İklim adaleti, demokrasi, insan hakları — bunların hepsi birbiriyle bağlantılı. Eğer demokrasi elimizden alınırsa, iklim için, adalet için, özgürlük için mücadele etme şansımız da elimizden alınır. O yüzden şimdi susturulmaya çalışılan gençlerin yanında olmak aslında kendi geleceğimize sahip çıkmaktır. Tüm iklim aktivistlerinin yolumuzun bir noktasında fark ettiği gibi, kapitalizm ile mücadele etmeden iklim değişikliği ile mücadele edemezsiniz. Savaşlar, yolsuzluk veya açgözlülükle de mücadele edemezsiniz çünkü sistemin kendisi bunları teşvik ediyor. 

Sonuç olarak; iklim krizi ile demokrasi arasında aslında sandığımızdan çok daha fazla ortak nokta var. İkisi de doğrudan hayatlarımızı etkiliyor ve ikisi için de adil, şeffaf ve katılımcı kararlar gerekiyor. Ama örneğin Türkiye’de Meclis’te görüşülen İklim Kanunu teklifi, bu ihtiyaçların hiçbirine cevap vermiyor. Gençler, bilim insanları, sivil toplum — yani bu krizi gerçekten önemseyen ve çözüm üretmek isteyen insanlar — karar süreçlerinin dışında bırakılıyor. Tıpkı demokrasi alanında yaşadığımız gerilemeler gibi, iklim politikasında da halktan kopuk, sadece ekonomik çıkarlara odaklanan bir yaklaşım var. Oysa iklimle ilgili alınan her karar, bizim geleceğimizi belirliyor. Bu yüzden iklim mücadelesi aynı zamanda bir demokrasi mücadelesi.

Sesimizi duymayanlara inat, biz yine de konuşacağız çünkü yaşamak da, söz hakkı da bizim.

Bu hafta siz dinleyicilerim için seçtiğim şarkı Muse’den “Uprising” ve Leonard Cohen’den “Democracy is Coming to USA”.