"İklim Kanunu halkı değil, piyasayı koruyor"

-
Aa
+
a
a
a

İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu, eksiklikleri nedeniyle eleştirilen İklim Kanunu teklifinin Meclis’ten geri çekilmesinin ardından kanunun nasıl olması gerektiğine dair konuşuyor.

""
"İklim Kanunu halkı değil, piyasayı koruyor"
 

"İklim Kanunu halkı değil, piyasayı koruyor"

podcast servisi: iTunes / RSS

Merhaba Apaçık Radyo dinleyicileri, her Cuma 14:00’te yayınlanan İklim Kuşağı Konuşuyor programına hoşgeldiniz. Bugünkü programıma trajedisi daha ağır basan, trajikomik bir haberle başlamak istiyorum.



Geçen gün The Guardian'da şöyle bir başlık gördüm: 
“Dünya 4 derece ısınırsa ortalama kişi, %40 daha fakir olacak.”

%40 mı?! 4 derece daha sıcak bir dünyada mı?! Bu, Titanik batarken 'şampanya bitti' diye üzülmeye benziyor. Gerçekçi olalım: Eğer dünya 4°C ısınırsa, konu fakirlik değil, hayatta kalmak olur. Tarım çöker, şehirler yaşanmaz hale gelir, su biter, milyonlar göç etmek zorunda kalır, doğal kaynak savaşları çıkar, doğa sistemi çöker, bildiğimiz yaşam biçimi sona erer.

Yani “%40 daha fakir” olmayacağız. %100 yaşanamaz hale gelmiş bir gezegende hayatta kalamayacağız.

Bu başlık, iklim krizini hâlâ nasıl saçma ve sığ bir dille konuştuğumuzu gözler önüne seriyor.
Sanki bu bir muhasebe hatası. Sanki borsada dalgalanma olmuş da biraz tasarruf edersek idare edermişiz gibi… Hayır. Bu, insanlık tarihinin en büyük krizi. Ve biz hâlâ bunu futbol maçı gibi tartışıyoruz. Üstelik bu tür haberlerin tehlikeli bir yanı daha var: Alt metni şu: “Panik yapma, servetinin %60’ı sende kalıyor, belki bu yıl tatile çıkmazsın, olur biter.”

Gerçekleri konuşalım: Sanayi devrimi öncesi sıcaklıklara kıyasla 4 derece ısınmış bir dünyada neler olur, ona bakalım:

  • Orta Doğu, Güney Asya ve Afrika'nın büyük bir kısmı artık yaşanamaz hale gelir. Nem ve sıcaklık o kadar yükselir ki, insanlar vücut ısısını düşüremez, yani sokakta yürümek bile ölümcül olur.
     
  • Tarım sistemi çöker. Açlık krizleri patlar.
     
  • Kıyı şehirleri sular altında kalır. Milyonlarca insan göç etmek zorunda bırakılır.
     
  • Orman yangınları mevsimsel hale gelir. Artık “yangın sezonu” diye bir kavram oluşur.
     
  • Biyoçeşitlilik yok olur. Arılar, balıklar, ormanlar… Hepsi. Yani bizim yaşam kaynağımız yok olur.

Evet, belki hâlâ paranız olur, ama: Süpermarket rafları boşsa ne yapacaksınız? Elektrik yoksa, su akmıyorsa, hava solunamıyorsa o parayla ne alacaksınız? Parayla yaşanabilir bir gezegen satın alabilir misiniz?

İklim krizi ‘ekonomik bir terimle’ değil, hayat-memat, adalet ve hayatta kalma diliyle konuşulmalı. Bilim insanlarının verdiği eşik çok net: 1.5°C sınırını aşarsak, geri dönüşü olmayan zincirleme felaketler başlayacak. (1.5°C sınırının aşılması bir uyarı olmalı, ama asla vazgeçme sebebi değil. Bir yıl bu eşiğin üzerine çıkmamız, hedefi tamamen kaçırdığımız anlamına gelmez. Ancak bu uyarıya rağmen, işin aciliyeti çok açık.)

2... 3... 4 dereceye geldiğimizde artık “ne kadar fakir olacağız” sorusu değil, “kaç kişi hayatta kalacak?” sorusu gündemde olacak.

Bakın, Türkiye son günlerde tarımda yaşanan don felaketleriyle sarsılıyor. Bazı bölgelerde neredeyse bütün mahsuller donarak yandı. Kayısıdan domatese, incirden fındığa… Yani sadece bir tarım ürünü değil, geçimlik ekonomi çöktü. Ve daha kötüsü: Tarladan soframıza gelen yerli, doğal gıdaya artık ya ulaşamayacağız ya da fahiş fiyatlara almak zorunda kalacağız.

Bu sadece bir meteorolojik olay mı? Hayır. Bu, iklim krizinin ayak sesleri.

Bu yaşananlar tesadüf değil. Artık bilim insanları 2023 itibariyle 1.5°C küresel ısınma sınırının aşıldığını söylüyor. Bu eşiğin ilk defa aşıldığı yıl olması bir “son” değil — ama çok net bir uyarı. “Durun” diyor doğa. “Yanlış yoldasınız.” Ama biz hâlâ doğanın bu uyarısını sadece fiyat etiketlerinde fark ediyoruz. Ve burası çok önemli: Eğer 1.5 derecede bu kadar kırılgan hale geldiysek, 2, 3, hatta 4 derece ısınmış bir Türkiye nasıl olur, düşünebiliyor musunuz?

Türkiye’de 2-3-4°C senaryolarında ne olacak ona bakalım.

  • Tarım takvimi çöker. Ne zaman ne ekileceği belli olmaz.
     
  • Don ve kuraklık aynı yılda yaşanır. Bir yanda seller, bir yanda susuzluk.
     
  • Meyve ve sebze üretimi düşer. Yerel gıda lüks haline gelir.
     
  • Kırsaldan büyük şehirlere göç artar. Bu da işsizliği ve barınma krizini tetikler.
     
  • Gıda enflasyonu kalıcı hale gelir. Sadece ekonomik bir sorun değil, sosyal adaletsizliktir bu.

Yani artık mesele sadece iklim değişiyor mu, değişmiyor mu değil. Mesele şu: Kendi domatesimizi bulabilecek miyiz? Sofraya koyacak zeytin, ekmek, su olacak mı?

Bu zirai don olayı sadece buz tutmuş mahsullerle ilgili değil. Bu, “1.5 derece sonrası dünyanın” Türkiye’ye nasıl dokunduğunun ilk örneklerinden biri. Müsilaj, orman yangınları, seller, ülke genelinde yaşanan kuraklık haberlerini daha sık görmeye devam edeceğimizin bir göstergesi.  Ve biz hâlâ “ekonomi kötüye gidiyor” deyip geçiyoruz. Ekonomi değil. Ekosistem çöküyor. Eğer bu ısı artışları durmazsa, bu sadece bir “geçici felaket” değil, yeni normalimiz olacak.

İklim krizi artık yalnızca bir çevre meselesi değil, bir insan hakları meselesi. Hele ki Türkiye gibi kırılgan coğrafyalarda, bu kriz her sınıfı, her mesleği, her yaş grubunu farklı biçimlerde vuruyor. İklim adaleti kavramını Türkiye bağlamında çiftçiler, emekçiler ve kırılgan gruplar üzerinden ele alırsak; Tarımda yaşanan don olayını sadece “ekonomik zarar” olarak görmek, büyük bir körlük olur. Bu aynı zamanda bir insan hakları sorunu. Çünkü iklim krizi herkesi aynı şekilde etkilemiyor.

İklim krizinden en çok kim zarar görüyor, bir bakalım.

  • Geçimini doğrudan topraktan sağlayan çiftçiler.
    Ne olacağı belli olmayan hava koşulları, onların yaşam güvencesini yok ediyor. Sigorta sistemleri yetersiz, devlet desteği neredeyse yok, ürün gidince hayatlarını devam ettirmeleri için gerekli gelir de gidiyor.
     
  • Dar gelirli haneler.
    Market fiyatları fırladığında, birileri hâlâ organik pazarda alışveriş yapabilir. Ama asgari ücretle geçinen aileler için gıdaya ulaşmak artık bir lüks. Çocuğunun tabağına sağlıklı yemek koyamamak, en temel insan hakkının ihlali değil de nedir?
     
  • Kırsal kadınlar ve yaşlılar.
    Tarımda kadın emeği görünmezdir. Ama o domatesi toplayan, o zeytini ayıklayan kadın, ilk işten çıkarılan olur. Yaşlılar için ise hem sıcak hava dalgaları hem de tarımsal geçim kaybı, doğrudan yaşam riski demektir.
     
  • Göçmenler ve mevsimlik işçiler.
    Tarım sektöründe çalışan mevsimlik göçmenler, iklim kaynaklı krizlerde hem işsiz kalıyor, hem barınamıyor, hem de sağlık hizmetlerinden yararlanamıyor.

Yani mesele sadece doğa değil. Mesele, eşitsizliklerin iklim krizinde nasıl derinleştiği. Buna iklim adaletsizliği diyoruz. Türkiye’de iklim krizi, sadece seller ya da hava sıcaklıkları rekor kırdı haberleriyle sınırlı değil. Bu kriz, soframızda, cebimizde, toprağımızda, eşitsizliklerimizde yaşanıyor. Ve her geçen gün, adaletsizliği büyütüyor. O yüzden artık şu cümleleri daha sık duymalıyız: İklim adaleti, sosyal adalettir. İklim mücadelesi, insan hakları mücadelesidir.

TBMM Genel Kurulu’nda programı hazırladığım Salı akşamı İklim Kanunu teklifi, muhalefet ve STK'lardan gelen itirazlardan dolayı geri çekildi.  Geçtiğimiz hafta ilk dört maddesi kabul edilen İklim Yasasının geri çekilmesiyle, önümüzde iki olasılık var: Yasa ya Çevre Komisyonu’nda yeniden ele alınıp tümden revize edilerek Genel Kurula tekrar sunulacak… ya da İklim Kanunu tamamen rafa kaldırılacak.

Ama şunu unutmayalım: Bu sadece bir yasal metin değil, bu ülkenin geleceğiyle, doğasıyla, çiftçisiyle, işçisiyle ve gençliği ile doğrudan ilgili bir mücadele.

Hatırlayalım; CHP Kayseri Milletvekili Aşkın Genç ise “İklim Kanunu” adıyla Meclis’e sunulan teklifin iklim krizine karşı bilimsel, kamucu ve toplumsal temelli bir mücadele ortaya koymaktan uzak olduğunu belirterek “Teklifin merkezine karbon ticaretini koyup, doğayı piyasa kurallarına teslim eden bu düzenleme, kamu yararı gözetmiyor. Sera gazı azaltımı için somut hedefler, kömürden çıkış planı, adil geçiş mekanizmaları, çiftçiyi ve işçiyi koruyacak sosyal politikalar bu teklifte yok. Emisyon ticareti ile çevreyi kirletmenin bedelini ödeme imtiyazı yaratılıyor, ancak elde edilecek karbon gelirlerinin nasıl, kime ve hangi öncelikle kullanılacağı bile belirsiz. Ormanları, suyu, toprağı koruyacak tek bir yapısal düzenleme sunulmadan, sadece piyasa enstrümanlarıyla iklim kriziyle mücadele edilemez” demişti.

İ
klim Kanunu görüşmeleri şu anda geri çekilmiş olsa bile, bu kadar önemli bir kanun tasarısı görüşmelerinde insan hakları boyutunun tartışmaların merkezine alınmaması, aslında iklim krizinin yarattığı toplumsal eşitsizlikleri görmezden gelmek anlamına geliyor ki; umarız yasa tamamen rafa kaldırılmaz çünkü unutmayalım, Türkiye 2053 için net sıfır emisyon taahhüdü vermişti. Bu hedef, yalnızca bir vizyon değil. Ciddi ve bağlayıcı adımlar gerektiriyor. O yüzden bu yasa, doğru şekilde güçlendirilip yeniden getirilirse önemli bir adım olabilir. 

Doğru düzenlemelerle İklim Kanunu teklifi Meclis'e yeniden getirilirse, Türkiye’nin geleceği için tarihi bir dönemeç olabilir. Ama nasıl bir gelecek?

Eğer bu yasa, yalnızca karbon ticaretiyle sınırlı bir piyasa düzenlemesi olmaktan öteye geçmezse; doğayı da, insanı da koruyamaz.

CHP Milletvekili Aşkın Genç’in de Meclis’te vurguladığı gibi; bu teklifin içinde sera gazı azaltımı için bağlayıcı hedefler yok, kömürden çıkış planı yok, adil geçiş mekanizmaları yok.

Yani ne işçiyi, ne çiftçiyi, ne kırılgan grupları düşünen bir sosyal adalet vizyonu var. Meclise tekrar getirilecekse, mutlaka bu şekilde düzeltmelerle getirilmeli. 

Bu noktada sormamız gereken asıl soru şu: Bir iklim yasası, insan haklarını gözetmeden nasıl “adil” olabilir?

  • İklim değişikliğinden en çok zarar görenler, kendi sesini karar alma süreçlerinde duyuramayan insanlar: çiftçiler, kadınlar, çocuklar, göçmenler, yaşlılar, yoksullar.
     
  • Eğer bu yasa, bu insanların yaşam hakkını, geçim güvencesini, sağlıklı gıdaya ve suya erişim hakkını korumuyorsa; bu sadece eksik bir yasa değil, aynı zamanda adaletsiz bir yasadır.

Unutmayalım: İklim krizi bir eşitsizlik krizidir. Ve bu krize karşı geliştirilen her yasal düzenleme, adaleti merkeze koymak zorundadır. Karbon ticareti gibi piyasa araçları, ancak güçlü sosyal politikalarla desteklendiğinde anlamlı olabilir. Aksi halde, “kirletme hakkını parası olana satmak” olur. Yani sermaye doğayı kirletmeye devam ederken, bedelini yine halk öder. Bizim ihtiyacımız olan yasa, sadece karbon sayan değil, insanları gözeten bir yasadır.

İklim yasası, aynı zamanda bir toplum sözleşmesi olmalı:

Adil geçişi sağlayan, kırılgan grupları koruyan, kamu yararını önceleyen ve doğanın haklarını tanıyan bir düzenleme. Bu yasa tasarısı açısından Meclis’e, tüm milletvekillerine düşen sorumluluk büyük: Türkiye’nin iklim politikasını gerçekten bilimsel, toplumsal ve adil bir temele oturtmak. Yoksa bu yasa, tarih önünde bir fırsatın değil, bir ihmalkârlığın belgesi olarak kalır.

Dinleyicilerim biliyordur; 2019’dan bu yana Türkiye’de gençler sokaklarda.

“İklim için okul grevi” diyerek yola çıkmıştık, sonra iklim adaleti, bilimin arkasında birleş, sistemi kökten değiştir, iklim adaleti sosyal adalettir, iklimi değil sistemi değiştir dedik.

Bizden önce kimsenin bu kadar kararlı ve uzun soluklu ses çıkarmadığı bir meseleyi gündeme taşıdık: İklim krizini.

Bugün geldiğimiz noktada, TBMM’de bir İklim Kanunu görüşülüyordu ancak geri çekildi. Teklifin iklim krizinin gerçeklerine uyumlu olarak değiştirilmesi çok önemli.

Bu, yıllardır verilen mücadelenin kâğıda dökülme ihtimali olabilir.

Ama ortada büyük bir sorun var: Bu teklif, o mücadeleye kulak vermiyordu.

İklim aktivistlerinin, bilim insanlarının, çiftçilerin, işçilerin, gençlerin sesine rağmen ortaya konan bu yasa teklifi üzerinden bakacak olursak;

Öncelikle Paris Anlaşması’nın gerekliliklerinden uzak.

Türkiye hâlâ anlaşmaya uygun, şeffaf, bilimsel temelli güncel NDC’lerini yani ulusal katkı beyanlarını açıklamış değil.

Halbuki bu beyanlar, ülkelerin ne kadar emisyon azaltımı yapacağına dair en temel sorumluluk belgesidir ve amaç iklim krizinin gerçeklerini kabul ederek uyum sağlamak, önlemler almaktır.

Ayrıca sera gazı azaltım hedefleri bağlayıcı değil.

Bir iklim yasasında rakam olmadan sorumluluk da olmaz. “Gönüllülük” üzerinden yapılan iklim politikaları, daha fazla kuraklık, daha fazla afet, daha fazla adaletsizlik getirir.

Tasarıda kömürden çıkış takvimi yok.

Adil geçiş demek, hem doğayı korumak hem de emeği gözetmektir. Ama bu yasa teklifinde, enerji dönüşümüne dair sosyal koruma mekanizmaları eksik.

Ve son olarak da İnsan hakları ve sosyal adalet yok sayılıyor.

İklim krizi sadece çevresel bir sorun değil, aynı zamanda bir yaşam hakkı sorunudur.

Zirai don sebebiyle ürününü kaybeden çiftçinin, gıdaya ulaşamayan dar gelirlinin, sıcak hava dalgalarında hastalanan yaşlının hakkını gözetmeyen bir yasa; iklim adil değildir.

Bu yasa, Paris Anlaşmasına uygun değil. Bu yasa, halkı değil, piyasayı koruyor. Bu yasa, iklim mücadelesinin ruhunu taşımıyor.

2019’dan bu yana meydanlarda söylenen bir slogan vardı: “Geleceğimizi satamazsınız.”

Ama geri çekilen yasa, geleceği “emisyon ticareti”ne açıyor, karbon üzerinden gelir hayalleri kuruyordu.

Oysa iklim mücadelesi bir piyasa oyun alanı değil, bir varoluş meselesi.

Peki yeni iklim kanunu tasarısı nasıl yapılmalı?

  • Türkiye acilen Paris Anlaşmasına uygun, bilimsel ve şeffaf NDC’lerini açıklamalı.
     
  • İklim Kanunu; bağlayıcı hedefler, kömürden çıkış takvimi, adil geçiş politikaları ve insan haklarını temel alan sosyal koruma mekanizmaları içermeli.
     
  • Kanun teklifleri hazırlanırken, iklim hareketi ve sivil toplum aktörleri sürece dahil edilmeli.
     
  • Karbon ticareti gibi piyasa araçları, ancak kamu yararı gözetilerek ve kırılgan gruplar korunarak devreye alınmalı.

İklim Yasası, sadece doğayı değil, toplumu da korumalıdır. Çünkü bu artık bir doğa meselesi değil, adalet meselesidir. Ve iklim adaleti olmadan, hiçbir yasa gerçekten adil değildir.

O zaman dönüp başlıktaki soruya bir kez daha bakalım: "Dünya 4 derece ısınırsa ortalama insan %40 fakirleşecekmiş." E o kadar da dert değil galiba, değil mi?

Çünkü şu anda, daha 1,5 derece artışta bile tarım çöküyor, çiftçi borçla yaşıyor, gıda fiyatları fırlıyor, ormanlar yanıyor, sular tükeniyor, şehirler kavruluyor. Bugün bile bu haldeyken, 2, 3 hatta 4 derece artışta neyin kalacağını düşünmek bile zor.  %40 daha fakirleşmek mi? Hayatta kalabilecek miyiz, asıl mesele bu. Çünkü iklim krizi, artık sadece bir "ekonomik daralma" değil, bir yaşama hakkı mücadelesi. Ve bunu görmeyen her yasa, her politika, her ihmal — bize değil, çocuklarımıza borç bırakan bir suskunluktur. O yüzden hâlâ geç değil: Ya şimdi adaleti seçeriz, ya da gelecekte hiçbir seçeneğimiz kalmaz.

Bu haftaki programımı burada sonlandırıyorum. Sizin için seçtiğim şarkılar var sırada. İlk olarak; Coldplay’in Chris Martin’i ile birlikte Burna Boy’dan “Monsters You Made”, John Batiste’den “Freedom” ve son olarak da Depeche Mode’dan “Where’s The Revolution”.

Gelecek hafta Cuma 14:00’te yayınlanacak İklim Kuşağı Konuşuyor programında tekrar buluşana dek, kendinize sevdiklerinize ve gezegenimize lütfen iyi bakın.