Virginia Woolf ve Woolf Arts Archive

-
Aa
+
a
a
a

“Ekokozmopolitan: Yerel, Küresel, Ekolojik Ağlar”da Mine Özyurt Kılıç ile yazılmasından tam yüz yıl yıl sonra Türkçeye çevrilerek ilk kez Türkiye’de sahnelenen Freshwater: A Comedy adlı eseri ve Woolf Arts Archive projesini konuşuyoruz.

""
Mine Özyurt Kılıç'la Virginia Woolf üzerine
 

Mine Özyurt Kılıç'la Virginia Woolf üzerine

podcast servisi: iTunes / RSS

D.G.İ: Merhaba sevgili Apaçık Radyo dinleyenleri. Eko-Kozmopolitan’dasınız. Deniz Gündoğan İbrişim ben. Bugün 8 Mart 2025, Dünya Kadınlar Günü için özel bir kayıt yapıyoruz. Sonradan yayınlayacağımız bir program olacak. O yüzden, Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun hem Apaçık Radyo kadınlarının, hem hepimizin diyerek başlayacağım. Bugün Sevgili Mine Özyurt Kılıç konuğumuz. Birlikte Woolf Arts Archive’ı, Virginia Woolf’u konuşacağız. Woolf'un bize öğrettiği feminist perspektiften, onun muazzam yazın dünyasından, sanat dünyasından bize kalanların izini süreceğiz. Tabii ki, Mine Özyurt Kılıç’ı tanıyorsunuz ama ben kısaca tekrar tanıtmak istiyorum programa başlamadan önce ve hoş geldin Mine demek istiyorum.

M.Ö.K: Hoş bulduk sevgili Deniz. Çok teşekkür ederim. 8 Mart kutlu olsun, mutlu olsun…

D.G.İ: Bu programı seninle hazırladığımız için mutluyum. Mine Özyurt Kılıç, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde profesör. Virginia Woolf’un yaşamı ve yapıtlarından esinle yaratılan, sanat eserlerine ev sahipliği yapan Woolf Arts Archive adlı uluslararası dijital arşivin kurucusu olan Mine Özyurt Kılıç, kadın ve yazarlık, çağdaş Britanya edebiyatı, modernizmler, edebiyatta ev ve annelik temsilleri, anlatıbilim ve empati alanlarında araştırmalarını sürdürüyor.  Aralarında Türkiye’de Virginia Woolf Çalışmaları (British Council Türkiye ve Pera Müzesi ile), Modernizmin Yüzyılı (İrlanda Büyükelçiliği ve Kairos Gallery ile), Modernizmi Anlamak, Dalloway Günü 2023 ve 2024, #Woolf142 ve #Woolf143 başlıklı etkinlik ve seminer dizilerinin yer aldığı pek çok etkinliğin yaratıcı ve yürütücülerinden.  Editörlerinden olduğu Edinburgh Companion to Virginia Woolf and Transnational Perspectives (Edinburgh UP, 2025) kitabı ile Yazmak ve Yaşamak başlıklı Virginia Woolf denemeleri seçkisi ve çevirisi (ve Yayınları) şu an baskı aşamasında. Biz bütün bunları büyük bir merakla, iştahla senin elinden okumayı bekliyoruz açıkçası.

M.Ö.K: Evet, Eylül gibi bekliyoruz. Çok teşekkürler.

D.G.İ: Virginia Woolf'un Freshwater: A Comedy adlı eseri, yazılmasından tam 100 yıl sonra Türkiye’de Türkçeye çevrilerek ilk kez sahnelendi. “izleyiciye özel drama” olarak tanımladığın ve katılımcılara benzersiz ve düşündürücü bir deneyim sunduğunu ifade Freshwater’dan başlamak isterim. Freshwater’ın çok katmanlı anlamlarını keşfetmek hem Woolf’un dünyası hem de tiyatro ya da drama dünyası için ne anlam ifade ediyor, sunduğu imkanlardan bahsedebilir misin bize?

M.Ö.K: Buradan başlamak çok da güzel olur, çok teşekkürler sevgili Deniz. İki nokta üst üste koymuş Virginia Woolf. 102 sene önce Mrs. Dalloway’i yazdığı sıralarda yazmış. Sonra 1935'te, yani yazıldıktan 12 sene sonra da ilk kez ve yeğeninin doğum gününü kutlamak amacıyla sahnelenmiş. Hadi Deniz sen şunu oyna, hadi Mine sen bunu, e bende şunu falan gibi. Davetiyesinden de gördüğümüz üzere evde oynanmış belirli bir dinleyici grubuna, hatta o yüzden ben bu oyuna “audience specific” diyorum. Belirli bir dinleyici grubuna özgü, Duncan Grant ile Vanessa Bell’in komşu atölyelerinde, resim atölyelerinde; hiç de sahnelemeye uygun olmayan bir mekanda oynanmış.

Biz de dedik ki: “Türkçede olsa bu metin nasıl olurdu?" Konuşurken, çok değerli Ercan Gürova bunu Türkçeye kazandırdı. Ben bir önsöz yazdım. O sırada Uluslararası Tiyatro Araştırmaları Derneği'nin İstanbul'daki Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki konferansı yapılıyordu. Hatta “Kopuk Bağlar” programında da bundan etmiştik sevgili Fatma ve Hasan ile. Böyle bir oyun bu.

Biz de üçüncü kez bu oyunun “stage reading” denir ya, okuma tiyatrosu ya da sahnelense, oynansa nasıl olurdu gibi okumalarını yaptık ve bu kez de 6 Mart'ta Virginia Woolf Arts Archive'ın ilk sempozyumuyla bu oyunu okuduk. Biz oyunu okurken senin de dediğin dediğin gibi yeni katmanlarını keşfettik ve neden Woolf Arts Archive'ın önemli bir parçası olduğunu da bir kez daha keşfettik. Ne demek istiyorum? Şuradan açabiliriz konuşmayı: Virginia Woolf diyor ki -çok meşhur 1928'de konuşma olarak düşündüğü uzun soluklu denemesinde, tabii sonra 1929'da bastığı yakında 100. senesine ulaşacak o denemesinde- Shakespeare döneminde bir kadının Shakespeare'in eserlerini yazması bütünlüğüyle ve kesinlikle imkansızdı. Değil mi? Özellikle kadın ve yazarlık üzerine konuşmasının istendiği, Oxbridge diye Cambridge ile Oxford karışımı bir yeri kafasında icat ettiği, anlattığı o konuşmayı hatırlarız. Siz madem yaratıcısınız, hani sizin Shakespeare'iniz, bir William’ınız yok sorusuna sürekli maruz kalındığı tarih içinde durma anını hatırlarız.

Bu sorulara cevap verdiği yazıda diyor ki: “Varsayalım, tamam bir kız kardeşi vardı ve biz ona Judith diyelim, adı Judith olsun.” Woolf birden bir öykücük anlatmaya başlar bize aslında deneme formatından çıkıp (türler) arasında özgürce salınır yine “genre bending” yaparak türleri bükerek. Varsayalım Judith de merak etti. Londra, Globe’a gitmek istedi, yürümek istedi. Hiç de William gibi olmazdı. Nasıl ki William ile aynı değildi evdeki hayatı. O çorbayı karıştırırken William sayfaları karıştırırdı. “Diyelim ki Judith vardı da başına neler gelirdi. İşte amma da güzel bir kadınmışsın sen diye birisi ona gel şu tarafa diye sahne arkasına mı çekerdi?” diye anlattığı, kurguladığı bir Judith’ten söz ediyor bize. Buradan hareketle Shakespeare döneminde bir kadının Shakespeare'in eserlerini yazması bütünüyle ve kesinlikle imkansız dediği o yere gidiyorum. Ve bırakın abisinin eserlerini yazabilmeyi daha sahnenin ön tarafına geçmeyi bile başaramamış bu kurgusal kız kardeş Judith Shakespeare’den yaklaşık 300 yıl sonra Freshwater gibi çok renkli, çok hareketli, sıra dışı, komik, sanat ve edebiyat üzerine geleneksel düşünceleri, örneğin sanat gerçekliği yansıdır, o halde gerçek nedir gibi düşünceleri sorgulatan eseri mümkün kılmıştır. vardı. Birçok eserinde de yaptığı gibi bunları inceden inceden eleştiren, fotoğraf üzerinden eleştiren, resim üzerinden, felsefe üzerinden, şiir üzerinden Alfred Lord Tennyson’nın “I Am Big Pentameter'ı tutturmak için göbeğinin çatladığını göstererek, her şeyi inceden inceye eleştiren, üstelik de böyle komik bir oyunu, tırnak içinde söyleyeyim mi, “bütünüyle kesinlikle mümkün kılmıştır.”

Bence Freshwater’ın en ilk katmanı diyelim, en parlak katmanı, en görünen, en görmemizi gerektiren katmanı sanki bu. Onun için de, dediğim gibi sanatların birbiriyle ilişkisi çıkıyor bu oyunda. Ana karakteri Julian Margaret Cameron, Virginia Woolf’un büyük teyzesi, bir fotoğraf sanatçısı, tıpkı Leonard Woolf’un elleri titriyor, “acaba sana bir yayınevi mi kursak, bir matbaa mı alsam ben?” derken, ortaya bir yayın evi çıkması, Hogarth Press gibi. Julia Mary Cameron'ın eşi Charles Henry Hay Cameron da bir fotoğraf makinesi hediye ediyor, Julia Margret’e ama hiç bilmiyor ki o, sevgili Can Akgümüş’ün adlandırdığı gibi sempozyumdaki konuşmanın başlığında kusurlu gözler ve görünenin arkasındaki yüzler çapaklı, buğulu sınırları muğlaklaştığı portreler veriyor bize. Yani neredeyse ilk deneysel fotoğrafın öncülerinden biri oluyor. Sempozyumda Can Akgümüş, Diane Arbus veVivian Maier’e bağlanarak konuyu genişletti. Sonra Dr. Abdullah Özdemir'in sempozyumda anlattığı şey aklıma geliyor. Filmleri, görsel eserleri değerlendirmemiz için verilen yeni bir ölçüt Bechdel testi. Değil mi? Filmlerde kadın karakter var mı? Kadınlar erkeklerle mi ilgili muhabbet ediyorlar? Seni mi alacak, beni mi alacağımı konuşuyorlar? Dedikodumu yapıyorlar. Yoksa aslında hayatlarının aktörleri mi bu kadınlar? Birbirlerine rakip değil, birbirlerine güzel sohbet edebilen kadınlar mı? Birinin bir şeyi işte karısı, kızı değil de kendilerine ait kimlikleri mi var? Mesela bunu konuşabildiğimiz bir oyun aynı zamanda.

İlginç bir tarafı da Julia Margaret Cameron şair komşusu Dimbala Lodge, Freshwater’ın oradaki evde Alfred Lord Tennyson, George Frederick Watts ressam dostları, hepsi oturuyorlar bütün gün. Sanat şöyle mi? Benim sanatımda bir tek bana lazım olan o ışık. Ya da sana uyak lazım bana değil, gibi tartışmalar yapıyorlar. Ve bu tartışmaların içinden görünen bir başka katman da bu sanatların akrabalığı, birbiriyle dostluğu. Bir de şu var. Bu sohbetlere annesi üzerinden tanık olmasaydı, Virginia Woolf annesinin fotoğraflarına bakıp da Margaret teyze çekmiş bunu diyerek merak salıp, Tennyson’nın şiirleri de mi çekiyormuş bu fotoğraflla diye onları görmeseydi eğer, belki de Bloomsbury Circle kurulamayacaktı. Oyun, bu tarihselliği görmemizi de sağlıyor, değil mi Deniz? 

D.G.İ: Kesinlikle.

M.Ö.K: Ve yine ekolojik açıdan ilgimi çeken bir şeydi bu; körfezin kıyısında bir yer burası. Bütün bu Freshwater Circle denilen bir yer burası. Bugün içinde Darwin’nin, Tennyson’nın ve örneğin Alan Terry gibi ünlü olan isimlerin bulunduğu yer burası. Gizem hocamız -Zümre Gizem Yılmaz- da onu anlattı. Dönemin, 19. yüzyılın ünlü Shakespeare oyuncusu Alan Terryçö 300 tane Shakespeare oyunu oynamış mesela. O dönemde böyle bir oyununu yazmak ne anlama geliyordu Virginia Woolf açısından? İçindeki karakter, kadın karakter, Alan Terry nerede duruyordu, ne anlama geliyordu?na baktığı yerde de söylediği gibi. Evet, Alan Terry gibi bir sanatçı da var içinde, bir oyuncu var belki. Mesela bizim Afife Jale’miz gibi diyelim. Böyle bir topluluk, fakat yerin adını almış Deniz. Yani Freshwater. Mekanla anılan ve o doğal yerle, körfezle anılan,, kök saldığımız, geçtiğimiz, izimizi bıraktığımız, izler aldığımız o mekanla, o doğa parçasıyla onun içindeki işte ırmakla, pencereye açınca görünen güneşle, çiçeğin üzerinden uçan kelebekle, hatta orada duran kendi kendine acaba şu tarafa mı gitsem, bu tarafa mı, şu yaprağın üzerinden tırmansam mı (dediğimde sen hemen hatırlıyorsun bunun Kew Gardens'dan olduğunu) diye soran salyangozla bir grup oluşturuyorlar. Doğallıkla, davetiyeler yollayarak değil, tamamen tanışıklıkla, düşünce akrabalığıyla, duygu akrabalığıyla, duygulanım akrabalığıyla oluşmuş gruplar. Freshwater’ı okurken bir kez daha bu katmanlar açıldı önümüzde ve dediğim gibi gün önce Ted Üniversitesi’nde oyunu okuduğumuzda, sempozyumla birlikte daha iyi anladık. Tıpkı o salyangoz gibi, tıpkı arşivin misyonu gibi, geçtiği her yerde değişen, geçtiği her yerin özelliklerini alan ve oraya kendi özelliklerini, kendi doğasını bırakan, dolayısıyla çok güçlü bir etkileşim içinde olan bir sanatsal üretimden, düşünsel üretimden söz ediyoruz burada.

O yüzden de Woolf Arts arşivine de yine bir kez daha yönlendirirsem tartışmayı, konuşmayı, şöyle diyebilirim: Always in Progress diyerek Ingilzice hazırladık biz bu arşivi. Uluslararası, global, kolay ulaşılsın diye. Zaman zaman Türkçe paylaşımlar da yapıyoruz sosyal medyada. Instagram üzerinden, Facebook üzerinden ama oraya koyduk: Always in Progress. Tıpkı yaşamaya devam eden bizler gibi, hayvanlar gibi. Her şey gibi, yaşam gibi diyelim. Always in progress. Yeni şeyler ekleniyor, eklenmeye devam edecek diyerek umarım uzatmadan biraz açabildim.

D.G.İ: Kesinlikle daima değişim, dönüşüm var. Freshwater’ın bize o kadar çok söylediği şey var ki mesela o işte aslında edebi babalar meselesi var. Edebi babaların bir şekilde reddi gibi onlara karşı böyle karşı bir alan, tarih ve hafıza yaratıyor. Bir yanında tarih ve hafızayı yeniden çok farklı şekillerde tam da o Freshwater’ın ekolojik alanında başarıyor bunu. Belki de su etrafında toplanarak yani o suyun kendi iradesi, yarattığı ekosistem ile, oradan geçen bir belki salyangoz ile, onun üstüne ya da çiçeğin üstüne konan başka bir varlıkla ve o suyla birlikte aklıma da şimdi Salt, Beyoğlu’nda yeni başlayan Su Etrafında Araştırma Grubu çalışmaları geliyor. Yani o suyun yarattığı ekosistemle birlikte biz hafızayı, arşivi, tarihi yeniden nasıl düşünüp şekillendirebiliriz? Aslında tam senin söylediğin arşiv, o yapım aşamasında (in progress) olan o arşivin her zaman gidilecek fiziksel bir yer olmadığı ve daima kendini yenilediği, canlı, nefes alıp veren alan başka bir organizma olduğunu ve gelişime, değişime her zaman açık olduğunu düşünüyorum. Akışkan bir şeyden bahsedebiliyoruz. Freshwater gerçekten çok farklı yerlere de değiyor. Sadece bir tiyatro oyunu gibi değil. Tarih, arşiv, hafıza, ekosistem, ekoloji bütün hepsini bize yeniden sorgulatıyor, değil mi? Yeniden bize tanıtıyor gibi hissettim sen anlatınca. 

M.Ö.K: Kesinlikle ve ekosistem sözcüğünü kullanmana da çok mutlu oldum. Çünkü bu kafamdaki şeyi toparladı. Alfred Lord Tennyson, şair Mary Margaret Cameron, fotoğraf sanatçısı. Belki o zaman öyle adlandırmıyor ama sonra olacak. Fotoğraflar çekiyor. Antik Yunan’dan Hindistan’dan birçok filozofla düşünüyor “hayat nedir, gerçek nedir, niye yaşıyoruz, beden nedir, kıyafet nedir, pantolon askısına niye ihtiyacımız var, hatta ölsek de kurtulsak şu pantolon askılarından, pantolonlardan” diyen birisi. Bir ressam da George Frederick Watts, “aman kıpırdama şöyle dur çünkü ben gerçeği tıp tıp resmimde vermeliyim” gibi düşünüyor. Bütün bunların bir arada olduğu bir ekosistem aslında. Freshwater oyunu ve Freshwater Circle tıpkı Bloomsbury’nin olduğu gibi değil mi? Orada da bir ekonomist, balerin, sonra bir romancı, ruh bilim üzerine çalışan başka biri, bir öykücü, bir ressam, bir sanat tarihçisi hepsi bir aradalar. Yani bizim gibi, değil mi? Radyo gibi. 

D.G.İ: Evet. 

M.Ö.K: Bir ekosistem işte. Çok benzer şeyleri Açık Dergi’de, Kopuk Bağlar’da anlattık. Çok benzer başka şeyleri sen burada defalarca anlattın. O sırada başka programlarda, mesela Fizan Ekspresi’den buraya sular, dalgalar vuruyordu. Aslında birlikte hareket ettiğimiz bir ekosistem olduğunu bir kere daha anlıyoruz. Arşivde bu ekosisteme çok eski metaforla söyleyeyim mi? Aynı tutuyor. Hatta biz su aynası diyelim mi ona? O nasıl değişiyor, nasıl dönüşüyor? Virginia Woolf’un “afterlives” dediğimiz sonraki yaşamı. Onun ardından eserleri okundukça, başka dillere çevrildikçe, başka ülkelerde, başka coğrafyalarda okundukça nasıl alımlanıyor, nasıl hallere dönüşüyor, bunları anlıyoruz. Freshwater ve arşiv ile suyun halleri, evin halleri, ismin halleri gibi nasıl hallere bürünüyor? Daha çok 1980’lerde sinemada adaptasyonları yapılırken 2000’lere gelindiğinde çağdaş sanatta mı ya da sahne denemeleri mi daha çok yapılıyor? Balesi mi var, şarkısı da mı yapılıyor ya da fotoğraf sanatçıları da mı yorumlamış, gibi çok farklı alanlara açılıyoruz. İç mimar birisi öğrencilerine okutup, mesela Profesör Sevinç Kurt, mekan denemeleri mi yaptırmış gibi birçok alana yönleniyoruz. Arşiv bu bağlamda, ne zaman, hangi dönem Woolf yeniden ve yeniden alımlanıp düşünülürken bu kez nasıl yorumlanmış diye bunlara bakmamıza imkan sağlıyor. Tıpkı bir kap gibi Woolf’un kendisinin de “Sketch of the Past” eserinde dediği gibi bir kase içinde damla damla suların aktığı yere bakıyoruz. Bunu arşivin kurucu üyelerinden Tuğba Çanakçı ile Atahan Mahir, Karabiber de sempozyumda çok güzel anlattılar. Sanki bir havzaya damlayan, pıt pıt pıt damlayan su damlaları gibi bu eserler her düştüğünde arşive, biz onları alıyoruz, onlara su aynımızda bakıyoruz ve birlikte bakmak üzere de veriyoruz.

D.G.İ: Bu bence çok muazzam bir şey. Woolf Arts Archive tam da tarihselliği de yeniden düşünerek küreseldeki Virginia Woolf dolaşımlarıyla yereldeki, belki küçük ölçekteki Woolf okumalarıyla bizi buluşturuyor ve her birinin birbirini nasıl beslediğini, birbirine nerelerden temas ettiğini gösteriyor. Tam da senin söylediğin gibi aslında, sonraki yolculuğu görünür kılıyor. Biz edebi metinlerin sonraki yolculuğundan bahsederken kimi zaman sınırlı düşünüyoruz sanki. Woolf Arts Archive heykelden, sanattan, edebiyattan, şarkıdan, mitolojiden, felsefeden, bambaşka yerlerden geçerek çok farklı yani alanları, disiplinleri, farklı türleri dediğin gibi bükerek bambaşka şeyler ortaya çıkartabiliyor. Bu bir şekilde o edebi tarihi de ya da sanat tarihini de yeniden yazımı bence. Edebi tarih ile sanat tarihinin hem iç içeliğini gösteren hem de bu tarihlere farklı temaslarla yeniden bakmamızı öneren bir ekosistemden bahsediyoruz.

M.Ö.K: Ağzına sağlık, ne kadar güzel anlattın. Deniz burada aklıma şöyle bir şey geldi. Kurduğum bir bağlantıdan söz etmek geldi. Bunları okurken ve arşivi anlatmak için düşünürken kitaplığa bakıyordum. Bunu ben nasıl anlatacaktım diye. Howard Gardner’ın yazdığı Extraordinary Minds kitabı aklıma geliyordu. Galiba Cambridge Üniversitesi’ne bir yaz okuluna, İngiliz edebiyatı yaz okuluna gittiğimde, Howard Gardner ile karşılaşmıştım. Gardner, Harvard Üniversitesi eğitim bilimleri alanındaki profesörlerden ve çoklu zeka kuramının da kurucularından. Onun bir kitabını bulmuştum. Çok da güzel bir baskı. Üzerinde de resim. Ve baktım, Virginia Woolf da kapaktaki resimlerin içindeydi. Extraordinary Minds deyince Gandhi, Freud ve Mozart’ı düşünüyordu Garnder. Bu isimleri ele aldığı, çoklu zeka kuramını denediği, oluşturmaya başladığı dönemlerdeki kitabıydı bu. Portraits of Exceptional Individuals and an Examination of our Extraordinariess alt başlığı bir kitabı gördüm kitaplığımda ve şeye gittim. Yani ben neydi, neydi? Ve o dört deha tipinden biri olarak Virginia Woolf’u adlandırdığı yere gittim. Yani niye biz duruyoruz da bir sürü başka yazar varken, onları da çalışırken, elbette tamam amaç niye durmadan o katmanları oralara geri gidiyoruz değil az önce senin söylediğin gibi. Niye böyle bir şeye ihtiyaç duyuyoruz? Çünkü sıra dışı bir zekayla baş başayız. Ve o başbaşalık bizi çok besliyor. Denemelerine gidiyoruz, başka bir şeyler buluyoruz. Mektuplarında, romanlarında bambaşka şeyler buluyoruz. Bize ekoloji çalıştırıyor, bize tarih çalıştırıyor. 8 Mart deyince aklımıza ilk o geliyor. Ne oluyor? Kafayı mı bozduk? 

“Introspector” diyor Garnder. Yani dört deha tipini açıklarken Woolf’un dehası için bu terimi kullanıyor. Birine “influencer” diyor, birine başka bir şey diyor. Virginia Woolf içe dönme kapasitesi yüksek olan bir deha olarak inceleme, araştırma ile düşünerek içeriye doğru girip bakan biri. Bu içeriye girip bakma haline de “ayrıcalıklı bir pencere” diyor Garnder, yani “privileged window” terimini kullanıyor. Gardner anlatıyor. Bu ayrıcalıklı pencereyi açıp bakmanın o kadar çok yolu var ki diyor yani onu çok farklı şekillerde çalışabiliriz ama ben onu en çok düşünen, hisseden ve duyumsayan bir insan olarak ele aldığımda bunu görüyorum diyor. Tamam, tam da benim söyleyeceğim şeyi, Howard Gardner’dan da alarak söylüyordum ben de. Yani bütün bu arşivin arkasında, bir düşünce arkadaşı var ki, sadece arkadaş değil büyük bir rehber. Virginia Woolf o yollardan büyük duygularla geçmiş, gerçekten majör duygularla geçmiş. Ama minörde yaşayarak geçmiş ya da minörden el alarak yapmış bunu. O yüzden de o tatlı yol arkadaşlığının hakkını verebilmek, o değer verdiğimiz rehberliğe vakıf olabilmek için arşiv var. Ya da yine kendi sözüyle söylersem, “How should one read a book” der ya Woolf, yani nasıl okumalı bir kitabı ya da nasıl çalışmalı bir yazarı? O kadar çok yolu var ki. İşte yollarından bir tanesi de bu arşiv. Orada da biz bir “privileged window” açmış olalım. Ya da onun “privileged window”unun bize verdiği pencereyi bir de oraya koymuş olalım. Oradan baka baka göğe, yere, suya, salyangoza…

D.G.İ: Bütün yeryüzüne, hepimize bakarak…

M.Ö.K: Hepimize bakarak. çünkü o bize bir sürü koordinat veriyor dediğim gibi mimariden, şarkılardan, baleden, yeniden yazımlara. Arşivde bir de yeni bir bölüm açtık. Woolfian Arts of Writing diye. Woolf’un yeniden yazımları, tabii ki sözcükler, tabii ki edebiyat. Her seferinde suya nasıl yansıyor. Bazen Narcissos gibi. Ne de güzel yazarım gibi. Ne güzel yazmış gibi.

D.G.İ: İyi ki yaptınız gerçekten ellerinize, emeğinize sağlık. Biz de büyük bir merakla, hevesle, heyecanla yaptıklarınızı ve özellikle Woolf Arts Archive’ın izini sürüyoruz. İçine dalmaya, nasıl diyeyim, cesaret ediyoruz. Biraz cesaret isteyen bir şey bence de. Artık süremizin de sonuna geldik. Hatta birazcık aşmış olabiliriz ama çok keyifliydi gerçekten.

M.Ö.K: Çok teşekkürler. Aktı geçti!

D.G.İ: Aktı geçti! Program öncesi konuşmuştuk. Bir şarkı çalalım diye. İstersen anonsunu senden anonsunu alalım…

M.Ö.K: 8 Mart için çalmış olalım, birlikte güzel bir ses bırakmış olalım. Arşivimizde de yer alan Patrick Wolf’un Lycanthropy albümünden “To The Lighthouse.” Mrs. Dalloway romanından, To The Lighthouse romanından, Ve Bir Jinnah Wolf'un yaşamından, diğer yapıtlarından küçük küçük anıştırmalar içeren o büyük şarkıyı dinleyelim mi?

D.G.İ: Dinleyelim. Sevgili Apaçık Radyo dinleyenleri, bugün konuğum çok sevgili Mine Özyurt Kılıç’tı. Birlikte Virginia Woolf’u konuştuk. Son söz gene Virginia Woolf’un olsun: