Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, Antakya Çevre Koruma Derneği Başkanı Nilgün Karasu ve Türk Tabipler Birliği Merkez Konsey Üyesi Dr. Ali Kanatlı ile 6 Şubat Depremlerinin ikinci yıldönümünde deprem sonrası gerçekleşen faaliyetlerin sağlığımız üzerindeki etkilerini ve 'Asi Çevre Vizyon Planı'nı konuşuyorlar.
Derya Tolgay: Merhabalar, Apaçık Radyo'da Dünya Mirası Adalar programını dinlemektesiniz. Ben Derya Tolgay.
Nevin Sungur: Ben Nevin Sungur.
D.T.: Teknik masada Andrei Gritcu ve destekçimiz Peykan Gençoğlu'na teşekkür ederek başlıyoruz.
6 Şubat depreminin ikinci senesindeyiz. O acılı günleri yaşarken ‘Asla unutmayalım’ dedik ve ‘Biz ne yapabiliriz?’ diye düşünerek farklı disiplinlerden arkadaşlarla bir araya geldik. Uluslararası uzman bir arkadaşımızın desteğiyle de yola koyulduk. Bugün size ondan bahsedeceğiz. İki kıymetli konuğumuz var.
Felaketin hemen ardından yaşadığımız yıkımın sadece depremin değil, insan eliyle yaratılan bir felaketin sonucu olduğunu hep beraber gördük. Dünyanın en etkin deprem kuşaklarından birinde yaşamamıza rağmen bile bile ovalara, sulak alanlara imar verildi. Olmaması gereken yerlere yüksek katlı binalar inşa edildi. İmar barışı ile kaçak katlara, yapılara izin verildi. Doğaya meydan okundu. Doğa yasaları hiçe sayıldı. Bu felaketin ardından 60 binden fazla insanımız hayatını kaybetti. Bu bir ‘takdiri ilahi’ değildi. Öldüren deprem de değildi, doğayı bir meta olarak gören neoliberal politikaların şehirleşme model ve bunun yarattığı toplumsal adaletsizlikler, denetimsizlikti, açgözlülüktü, daha çok kazanç ve daha çok kazançtı. Gerekli kontroller ve düzenlemeler de yapılmadı. Bu bedeli en ağır şekilde canlarımızla ödedik.
Bizler; Antakya Çevre Koruma Derneği, Dünya Mirası Adalar, Ekoloji ve Kültür Derneği ve Asist işbirliği ile Türkiye'de siviller tarafından yapılan ilk diyebileceğimiz bir çevre planı, ASİ Çevre Vizyon Planı'nı çalışmaya başladık. Bugünkü konuklarımız Antakya Çevre Koruma Derneği Başkanı Nilgün Karasu ile Türk Tabipler Birliği Merkez Konsey Üyesi Dr. Ali Kanatlı. Hoş geldiniz.
Nilgün Karasu: Hoş bulduk.
Ali Kanatlı: Hoş bulduk.
N.S.: Hoş geldiniz.
D.T.: Çok yoğunsunuz, sahada sizlerin çalışmalarına şahitlik ettik. Ben kısacık sizi tanıtarak sözü Nevin’e vereceğim.
Ali Kanatlı, Antakya doğumlu, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun. Birçok sivil toplum kuruluşunda görev aldı. AIDS Savaşım Derneği Hatay Şube Başkanı, Hatay Nükleer Karşıtı Platform Başkanlığı, Antakya Çevre Koruma Derneği Yönetim Kurulu Üyesi, 2012- 2024 Hatay Tabip Odası Onur Kurulu Başkanlığı'nın yanı sıra halen mesleğinizi Antakya'da sürdürüyorsunuz. İyi ki varsınız.
Nilgün Karasu da Antakya doğumlu. Anadolu Üniversitesi Yerel Yönetimler Bölümü’nden mezun oldu. Defne Belediyesi'nde görev yapmakta. 2001 yılında üye olduğu Antakya Çevre Koruma Derneği'nde yönetim kurulu üyeliği ve 2022'den itibaren de başkanlık görevini yürütmekte. Bugüne kadar birçok sosyal sorumluluk projelerinde de görev aldı.
Biz, ASİ Çalıştay vizyon plan çalışmalarımız sürecinde onlarla tanışma ve çalışma şansını bulduk. Hatay'daki tüm dostlara, sivil inisiyatiflere, dayanışmalara, Hataylılara bu güzel toprakların insanlarına gönülden teşekkür etmek istiyoruz. Azimlerine, çalışkanlıklarına, duyarlılıklarına ve dayanışmacı ruhlarına saygıyla eğiliyoruz ve başarılar diliyoruz sizlere.
Bir daha asla yaşamayalım ama yaşatmamak için de üzerimize düşenleri yapalım. Bu projede bir de diğer ekip arkadaşlarımızı, Sera Tolgay’ı, Aysin Türkmen'i ve İdil Yılmaz’ı da anarak ben sözü Nevin'e bırakayım. Nevin, sen de oradaydın.
N.S.: Ali Bey gerçekten kolay gelsin, zor zamanlar geçiriyorsunuz. Hem yakından, hem de uzaktan takip ediyoruz. Derya'nın da dediği gibi, depremin üzerinden iki yıl geçti ama hala sorunlar büyük ölçüde devam ediyor. Normal bir hayattan bahsetmek mümkün değil, yaşamsal sorunlar akut bir hale dönüşmüş durumda ve bunun en başında da sağlık sorunları geliyor. Çünkü hala orada yapılan inşaat çalışmalarının, kurulan beton santrallerinin tozları şehri kaplamış durumda. Ayrıca asbest meselesi de var. Unutmayalım diyoruz ama Hataylılar, Antakyalılar maalesef ki ülke gündeminden çok çabuk düştü hepimizin bildiği gibi. Şu anda Hataylılar için özellikle sağlık sorunları açısından nasıl bir süreç yaşanıyor?
Ali Kanatlı: Teşekkür ediyorum hem Derya Hanım'a, hem de sizlere. Aslında Derya Hanım da, siz de çok güzel bir giriş yaptınız, özetlediniz. Şimdi biz insan sağlığından bahsettiğimiz zaman bedensel, ruhsal, sosyal ve sağlıklı bir çevrede iyilik halinden bahsederiz. Peki, geçen iki yılda bunların hangileri var derseniz maalesef dördünü bir arada göremiyoruz. Kente girdiğiniz zaman zaten ne kadar sağlıksız olduğunu görürsünüz. Sağlıksız bir kentte sağlıklı bir şekilde yaşamanın da mümkün olmadığını görürsünüz. Peki, ne oldu?
Depremden hemen sonra akut dönemde ciddi bir yıkım vardı, felaket vardı, cehennem vardı, karanlık vardı, soğuk vardı, acı vardı. Bir insanın hayatında yaşayabileceği, görebileceği acıların tamamını aynı anda, iki dakikada gördü. Peki ne oldu?
Dayanışma oldu. Tabii buraya hepimizin bildiği gibi, ilk günlerde uğrayan olmadı yani isimlerini biliyoruz; AFAD'tır, Kızılay'dır, insanlara el uzatacak, onlara ‘Biz yanınızdayız’ diyecek bu kurumlar gelmeyince insanlarda ilk günlerde acıyla beraber öfke oldu, kızgınlık oldu ama başka bir şey daha oldu. Türkiye, halklarının dayanışmasını gördü. Türkiye'de sadece halkların değil, demokratik kitle örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının uluslar ve uluslararası dayanışmalarını gördü. Bir umut ışığı oldu, ısındı o soğuğun içinde, o karanlığın içinde bir aydınlık oldu. İyiliği gördü o an hayata tutunmak için bir neden oldu..
Hatay halkı zaman içinden bu sivil toplum kuruluşlarının, demokratik kitle örgütlerinin, yardım kuruluşlarının yavaş yavaş çekilmesiyle beraber eski duygularına geri dönmeye başladı.
Tabii bunun üzerinde farklı şeyler de var ki siz az önce bahsettiniz; bu depremin felakete dönmesinin nedenleri var. Maalesef o nedenler aynı şekilde devam ediyor. Depremden önceki imar planlarıyla şu an yeni inşaatlar yapılıyor biliyor musunuz? Bu çok acı bir şey. Tabii halkın umudunu kıran, geleceğe olan bakışını değiştiren en önemli şey sesinin duyulmaması, umursanmaması.
Bunu biz 1999 depreminde de gördük. İki depremde de yani hem 1999'da, hem de Şubat depremlerinde hükümetlerin çok benzer davranışları oldu. Orada da depremi ranta çevirdiler, burada da deprem ranta çevrildi. Orada da depremdeki insanların seslerine kulak verilmedi, kendi bildiklerini yaptılar ve burada da aynısı yapılıyor. Düşünsenize, aradan iki yıl geçti, insanlar halen başlarını sokacakları bir yer bulamıyorlar, bir belirsizlik var, rezerv alan diyorlar. Zeytinliklerine, evlerine el konuluyor. Ertesi gün rezerv alanın yeri değişiyor.
İki yıl geçmiş, biz halbuki bunları beklemiyorduk. Bizim beklediğimiz şey şuydu; çadırları kurarsınız, konteynerlere geçersiniz, üçüncü aydan sonra nitelikli, geçici konutlar dediğimiz prefabriklere geçersiniz. Beş yıl kalınır, yedi yıl kalınır, iyi bir planlama yapılır. Kafa sakinken tüm kurumların bir arada olduğu; yerel meslek odalarının, yerel inisiyatif gruplarının, derneklerin katılımıyla şehir yeniden kurulurdu. Bu kadar aceleye gerek yok. İnsanları bu kadar tozun içinde, belirsizliğin içinde, ‘Bir an önce bu binaları bitirelim de onları dört duvar arasına yerleştirelim’ duygusuna gerek yok, hıza gerek yok. Biz acele bir şekilde bina istemedik ki... İnsanların başlarını sokacakları, nitelikli geçici barınmalar istedik. Bu Antakya'da iki yerde yapıldı, iki küçük yer, çok güzel örnekler; 50-60 hanelik, küçücük yerler. Onlar gibi yapılmalı, dünya öyle yapıyor.
Evet, deprem oldu ama şehir için bir rant fırsatı değil; şehrin altyapısıyla, kültürüyle yeniden yapılması için bir fırsat yaratılması gerekirdi ama bunu görmedik. Halkın isteğine göre değil, sermayenin isteğine göre bir kentleşme yapılıyor. Biz bugün bir kentleşmeden bahsedemeyiz. Antakya, tarihi binlerce yıla yayılan bir kent. Siz bunu dört duvar arasına sığdıramazsınız. Uydu kentler denilen, şehir kenarında, şehirden, kültürden, geleneklerden, sosyal yaşamdan uzak TOKİ’lere sığdıramazsınız siz bir kenti. Özellikle bu kent Antakya ise, TOKİ'ye sığdırılan bir kent çözüm yolu değildir.
Tüm bu anlattıklarım yani çevrenin sağlığının da bozulması, halen tozlu havalardan bahsetmemiz, temiz gıdaya ulaşımın olmaması… Temiz gıdaya ulaşsanız da 21 metrekarelik konteynerdaki bir küçük buzdolabında saklayacak yeriniz yok. Okula öğrencinizi gönderdiğinizde onun yanına vereceğiniz bir gıdanız yok. Hatta okula öğrencinizi göndereceğiniz servise ödeyeceğiniz bir paranız dahi yok. Güvenlik sorununuz var, istismar ve şiddet almış başını gidiyor. Madde bağımlılığı görülmeyen dereceye ulaştı.Tüm bunların içinde sağlığınız için ulaşabileceğiniz bir yer yok - fiziksel olarak da ulaşamazsınız. Tüm bu koşulların içinde insanların sağlıklı olmalarını düşünebilir miyiz?
N.S.: İki yıl geçmiş olmasına rağmen temiz suya ulaşım bile hala bir sorun.
A.K.: Tabii ki. Biz Türk Tabipler Birliği’nin tüm kollarıyla beraber, Olağandışı Sağlık Hizmetleri Kolu, İşçi Güvenliği Kolu olarak sürekli sahadayız. Bakın, işçi güvenliği dedik ama ondan kimse bahsetmiyor biliyor musun? Kaç işçi öldü, nasıl öldü, bunların kaçı kayda girdi, kaçı kayıtlı, kaçı kayıtsız çalışıyor?
D.T.: Kayıtlarla ilgili bir şey sorabilir miyim Ali Bey? Demin çok önemli bir şey söylediniz, ‘depremden önceki eski imar planları uygulanıyor’ dediniz. Zaten Türkiye'deki esas problem, çevre planlarının uygulanmıyor olması. Sivil inisiyatifler olarak yapmak istediğimiz de bu. Çevre planları, imar planlarından daha önemli; önce çevre planları yapılmalı, sonra imar planları yapılmalı diyoruz. Bu imar planlarının öncelikli yapılması ve çevre planlarının hiç gündeme getirilmemesini de sağlığımızla ödüyoruz, bu görünmeyen bir şey. ‘Şu kadar kanser vakası oldu’ diye somut konuşabilmek için zamana ihtiyaç var. Siz burada bir veri paylaşabilecek durumda mısınız? Zaten nelere mal olduğunu sahada görüyoruz gerçi ama yine de sormuş olalım.
A.K.: Tabii ki. Bakın, biz pandeminin ölüm verilerini bile birkaç yıl sonra, pandemi unutulduktan sonra 2023'te paylaştık. Biz TTB olarak pek sevilmeyiz çünkü hep doğruları söylüyoruz, bizim görevimiz bu: Gördüğümüzü kamuoyuna açıklamak, yetkilileri uyarmak. Biz pandemide de gördük. Bizim ısrarımızdan sonra verileri açıklamaya başlamışlardı hatırlarsanız. Şimdiki veriler de bu şekilde; sağlıklı veri alamıyorsunuz. Bakın, biz tüm bakanlıklara, Çevre Bakanlığı’na, Sağlık Bakanlığı’na ve benzeri bakanlıklara bu rapor için, ikinci yıl raporu için resmi yazı gönderdik. Peki bize cevap geldi mi? Gelmedi. Verileri biz halkla yüz yüze konuşarak, hastanelerde çalışan sağlık emekçileriyle, Sağlık ve Sosyal Hizmetler Sendikası’ndaki arkadaşlarla, TOKİ'deki inşaat sahipleriyle, kurada ev çıkanlarla, TOKİ’de çalışan işçilerle, kamu kurum müdürleriyle konuşarak ve meslek odalarıyla, sivil toplum örgütleriyle bu 11 ilde fiziksel olarak efor harcayarak bu bilgileri elde ettik. 6 Şubat'ta bunları açıklayacağız.
Bu böyle olmamalıydı. Felaketler, sivil toplum kuruluşları, demokratik kitle örgütleri meslek odalarıyla yerellerle beraber felaketlerin yaraları sarılır. Biz halen bunun farkına bile varamamışız. ‘Yaptık bitti’ veya ‘Biz karar verdik yapacağız’ mantığıyla, dört duvar inşa ederek yaraların sarılacağını düşünüyor yöneticilerimiz.
Dolayısıyla sizin bu söylediğiniz veriler, zaten akut dönemin verileri. Bugün, ‘Depremde ölen kişi sayısına inanıyor musunuz?’ diye insanlara sorun. Size, ‘Hayır’ derler. Peki, neden böyle der? Çünkü önümüzde örnekler var. Bugün bakkaldan gidip bir şey satın alıyorsunuz, ‘Bunun iki ay önceki fiyatı bu kadardı’ diyorsunuz. Sonra size bir enflasyon rakamı açıklanıyor, şu kadar diyor rakam. Peki inanıyor musunuz? Toplum inanmıyor. Bir defa bu güvenilirliği sağlamanız lazım, şeffaf olmanız lazım.
Bakın, rezerv alanlarıyla ilgili sorunlar da bu. Bunlar insanların kafasında ciddi psikolojik sorunlar yaratıyor. Şeffaflık yok ve kimse ne olacağını bilmiyor, TOKİ’den yer çıkınca, ne ödeyeceğini bilmiyor, bundan sonrasını bilmiyor, nasıl yaşayacağını bilmiyor. Burada birkaç gündür ulusal basından gelen arkadaşlarla beraber konteynerleri gezdik. Vatandaşın en büyük sıkıntısı ne biliyor musunuz? Belirsizlik. Bunu emekçilerle konuşurken de gördük. İşte bizi geriye götüren bu. Önceki umudumuzun, depremzede halkımızın umudunun kırılmasına neden olan da bu. Bir belirsizlik var, seslerinin duyulmaması var ve bunlar ciddi sorunlar.
Demin sağlıktan bahsettik. Ben şimdi Antakya için bir örnek vereyim ve siz bu örnekten yaptığınız çıkarımları deprem bölgesine yayabilirsiniz. Yetkililer diyor ki, ‘Biz 300 bin tane konut yapacağız’. Bakanlık ile görüştüğümüzde bize 56 tane aile sağlık merkezi sözü verdiler. İki yıl geçti. Peki, Antakya'da, Hatay'da kaç tanesini yapıldı biliyor musunız? Üç tanesi. 300 bin konut yapılacak ama aile sağlık merkezi sadece üç tane yapıldı. Sağlıkta dönüşüm programından önce sağlık ocağı dediğimiz, içlerinde hekimle beraber üç-dört hemşire, iki-üç ebe, bir çevre sağlık teknisyeni, bir savaş işçisi, bir tıbbi sekreter ve sağlık memurunun olduğu donanımlı sağlık ocaklarından apartman altlarındaki aile sağlık merkezlerine dönüştük biz.
D.T.: Ali Bey çok özür dilerim, vaktimiz çok azaldı. Çok kıymetli bilgiler veriyorsunuz ama ben biraz da sözü diğer konuğuma vermek istiyorum.
A.K.: Son bir şey daha söyleyip bitiriyorum. İnsanların, gebelerin, bebeklerin aşılarını yaptıracakları bir sağlık merkezi yok. Hastanelere gidecekleri ulaşım aracı olmadığı için, kendi hastalıklarını evde geçirmek durumundalar. Yaşlı sağlığından, kadın sağlığından hiç bahsedilmiyor. Kadının ev bakımı yükü ne kadar arttı bundan bahsedilmiyor. Bütün bunlar ancak buraya gelinip, görülüp tespit edilebilir. Konuşacak o kadar şey var ki kusura bakmayın, dolu doluyuz.
N.S.: Çok haklısınız.
D.T.: Programımızın bitimine beş dakika kaldı. Çok şey var konuşacak, tekrar yapalım.
N.S.: Çok kolay gelsin Ali Bey. Sizlere, hepinize, kolaylıklar diliyoruz.
D.T.: Nilgün, sözü sana bırakalım hemen.
N.K.: Tekrar merhaba, davetiniz için çok teşekkür ediyorum. Böyle davetler bu zor süreçte bizim kendimizi ifade etmemiz açısından çok önemli ve değerli oluyor.
Yaşadığımız iki depremin ardından, artık var olmayan kentlerimizin kalıntıları arasında depremi yaşayan diğer şehirlerden çok daha ağır ve katlanılması zor şartlar içindeyiz. Bunun yanında yetkililerin sergiledikleri anlayışla çözümü yıllara yayılacak, belki de çözümsüz kalacak birçok problemle baş başa kaldık. Yetkililer depremden sonra ortaya çıkan sorunlarımızı hızlı bir şekilde enkaz kaldırma ve yeniden inşa etme olarak gördü. Biz deprem ile birlikte asrın felaketini de yaşadık.
Bir sabah yok olan şehrimize uyandık. Bu süreç içinde ilk günden itibaren çevre sorunlarımız başladı. Moloz toplama, yıkılan binaların enkazı, ardından tarım alanlarımıza el konulması, zeytinlik alanlarımızın TOKİ’ye kurban edilmesi, hemen ardından ÇED gerekliliğinin kaldırılmasıyla sayıları her gün artan taş olacakları, beton santralleriyle bugünlere kadar geldik. Bu süreçte bize çok fazla görev düştü çünkü bu beton santralleri, taşocakları bizim ikinci deprem felaketimiz.
Biz bu süreçte, ‘Çevre mücadelemiz çok fazla, çok şey yapmamız gerekiyor. Ama sadece mücadele etmek yetmez, yeniden kurulacak bu şehir için ne yapabiliriz?’ diyen çok değerli arkadaşlarla yola çıktık ve bu çok güzel, anlamlı projeye imza attık.
Çevre vizyon planımız şöyle: Bölgemizdeki ekosistemi koruyarak, yerel halkın yaşam kalitesini artırmayı hedefliyoruz. Buranın toprakları gerçekten çok değerli ve çok verimli. Zaman az diye ben biraz hızlı ve kısa kısa geçeceğim. Bu projenin bizim şehrimiz için, belediyeler için bir yol haritası olacağına inanıyoruz - hedefimiz de bu. Havasını soluyabildiğimiz, suyunu içebildiğimiz, zengin topraklarını ekebildiğimiz ve tüm canlılarla birlikte yaşam için bu plana ihtiyaç var. Böyle bir şeyi ihtiyaç gördük. Tabii bütçe sınırlı olduğu için beş tane konu başlığı belirledik. Bunların arasında; taş ocakları, Asi Nehri, tarım arazileri, Milleyha ve kıyı şeridi olarak bunların saha çalışmasını yaparken diğer arkadaşlarla birlikte konunun uzmanlarıyla, hukukçu arkadaşlarla, biyolog ve mühendislerle bir araya geldik. Onların deneyimlerini, birikimlerini ve bu konuda bize verebilecekleri destek konusunda değerli bilgilerini aldık, sahaları gezdik. Direkt vatandaşlarla, köylülerle, çiftçilerle, işletme sahipleriyle, muhtarlarla bir araya geldik. Buradaki amacımız doğal alanlarımızı, su kaynaklarımızı ve sağlığımızı hep beraber korumak.
Bu arada önceki gün biliyorsunuz Dünya Sulak Alan Günü’ydü. Milleyha, mutlaka koruma altına alınması ve ivedi bir şekilde özel alan ilan edilmesi gereken bir alanımız, Hatay için çok çok önemli bir sulak alan. Türkiye'de nadide bulunan bir yer ama ne yazık ki çevre katliamlarına kurban gidiyor - deprem sonrasında çok fazla moloz döküldü oraya ki deprem öncesinde de çöp dökülüyordu. Bir bölümü de imara açıldı. Öyle bir şey ki sadece iki tane mahalleyi birbirine yakınlaştırmak için ortadan bir yol açıldı ve bu tamamen gereksiz ve oranın ekolojisine zarar veren bir yoldu.
D.T.: Nilgün bu arada şunu da ekleyelim istersen. Biz Milleyha'yı Samandağ kıyı şeridiyle birlikte görüyoruz çünkü Avrupa'nın en uzun kıyı şeridi. Aynı zamanda Caretta'ların çok özel yumurtlama alanları. Çok özel bir bölge değil mi?
N.K.: Kesinlikle. Samandağ kıyı şeridi zaten dünyanın ikinci büyük şeridi. Milleyha sulak alanı da bir bütün olarak korunmalı. Kıyı şeridinde de aynı sıkıntılar var; moloz dökümü, su kirliliği gibi sorunlarımız var. Mesela özellikle depremden sonra Asi Nehri'nin içine dökülen moloz, molozun içindeki asbest gibi diğer kimyasallar nehrin suyuyla birlikte denize karıştı. Denize karıştığı zaman denizdeki canlı yaşamı da tehdit etti. Milleyha ile devam edecek olursak, 231 bitki türü, 387 kuş türü, 24 kelebek türü, 12 sürüngen ve üç kurbağa olarak dünyada nadir görülen yerlerden biri burası. Özellikle göçmen kuşların göç yolu üzerinde olduğu için de onların dinlendikleri ve ihtiyaçlarını giderdikleri alandır Milleyha. O yüzden buranın mutlaka en ivedi bir şekilde özel alan ilan edilmesi gerekiyor. Ben şimdi hızlı bir şekilde taş ocaklarına da gireceğim.
D.T.: O konuya girmeden önce bir de Çalıştay’dan da bahsedersen çünkü bu çalışmamızın devamı geliyor. Asi Vizyon Planı’nı sosyal medyadan da takip edebilirler, çalışmalara katılabilirler, gözlemleyebilirler. Söz sende.
N.K.: Tabii ki. Instagram sayfamız mevcut, takip edilirse bizim için çok değerli olur, belki birçok kişinin desteğini de almış oluruz. Biz Aralık ayında yaklaşık 20 tane konu uzmanıyla bir araya geldik ve çok değerli, verimli bir çalıştay oldu ve de tespitlerimiz oldu. Öncelikle hava kirliliği ve halk sağlığı arasındaki ilişkiyi göz önünde bulundurduk. Tespitlerimiz şunlar: Çevre planlanmasına eklenmesi gereken ilkelerin insan sağlığını korunma önceliğine dayanması gerekiyor; yeni yerleşim alanlarının planlanması sırasında sağlıklı hava sirkülasyonu destekleyecek ve kirliliği azaltacak şekilde yeterli yeşil alanlar oluşturulmalı; hava kalitesini düzenli olarak ölçecek istasyonların stratejik noktalara yerleştirilmesi gerekiyor. Şu an şehir merkezi bir şantiye alanı, inşaatlar çok hızlı bir şekilde yükseliyor. Bir çoğu bitti, bitecek gibi ama bunların etrafında herhangi bir çalışma yok, altyapı çalışması yok, yol çalışması yok, yeşil alan yok,
D.T.: Maalesef süremiz bitmiş. Biz bu konuya ikinci bir program ile devam edelim, ne dersiniz?
N.S.: Hakikaten konuşacak çok şey var.
D.T.: Çok çok teşekkür ederiz.
N.K.: Biz teşekkür ederiz.
D.T.: Türk Tabipleri Birliği'nden Dr. Ali Kanatlı ve Antakya Çevre Derneği'nden Nilgün Karasu’ya teşekkür ederiz.
N.S.: Çok kolay gelsin Nilgün Hanım, size sevgilerimizi gönderiyoruz, ellerinize sağlık. Unutmayalım, unutturmayalım çünkü Türkiye hepimizin!
N.K.: Kesinlikle, verecek beş karış toprağımız yok artık. İyi yayınlar size.
D.T.: Hoşça kalın, çok teşekkürler.