Dokuz Eylül GSF Sahne Sanatları Dramatik Yazarlık Bölümünden mezun olurken (1990) yazdığım lisans bitirme tezim 6 yıl sonra yayımlandığında Oğuz Atay’la ilgili henüz iki inceleme vardı. Bunlardan biri; Oğuz Atay’la ilgili ilk kitap olma onurunu da taşıyan Tatjana Seyppel’in “Oğuz Atay’ın Dünyası” başlıklı çalışması, diğeri hemen onu izleyen Yıldız Ecevit’in 96 sayfalık “Oğuz Atay’da Aydın Olgusu” kitabıydı. Bu kitap, daha sonra yazarı tarafından çok daha kapsamlı bir araştırmayla 580 sayfalık bir incelemeye dönüşecekti. İsmi “Ben Buradayım…” olan bu yeni kitabın, romandaki karakterler ile Oğuz Atay’ın çevresinde bulunan gerçek kişiler arasında kurduğu güçlü anlam bağları ve Atay’a dair zengin detaylar nedeniyle, bugün meseleye eğilen her meraklı okurun da kabul edeceği gibi, konuyla ilgili en kapsamlı çalışma olduğunu belirtmeliyim. Lisans bitirme tezim olan “Oğuz Atay’ın Yaşam Oyunu” bunları izleyen üçüncü kitaptır ve Oğuz Atay’a başka bir yerden bakmaktadır. Oğuz Atay’ın postmodern olduğu iddialarını reddeden net bir bakışım var benim. Biraz öfkeli olduğu söylenebilir. İmparatorluk’tan “milli devlet”e geçişteki sancıların merkezinde ve sayısız medeniyet yaralanmasıyla meşgulken II. Dünya Savaşı yoksunluklarının altında devinen, “modernleşme” ve değişim hazımsızlıklarıyla boğuşan, Cumhuriyet’in biraz daha ötesine geçmeye çalışan rüşeym halinde belirmiş devrimci ve uyumsuz bireylerin dildeki karşılıklarını bulan bu adamın eserlerindeki “parçalı yapı”dan hareketle postmodern; “birey olmak” meselesi üzerinde çokça durduğu için de “bireyci” ilan edilişine kitabımda -evet öfkeyle- karşı çıkmıştım. Evet, eserlerinde postmodern anlatı tekniklerini kullanan bir Oğuz Atay vardı ama Oğuz Atay yazarlığının buradan hareketle postmodern bir felsefeye iliştirilmesini doğru bulmuyordum. Çünkü bu iki şey birbirinin olmazsa olmazı değildi. Bir yazarın gerçekliğe ulaşmak adına her tür anlatım tekniğine başvurmasından daha doğal ne olabilir? Baktığım, Oğuz Atay’ın kurduğu zihinsel yapının bütünlük taşıyıp taşımadığıdır. Özellikle “Tutunamayanlar” ve yarım kalmış “Türkiye’nin Ruhu” alt başlıklı “Eylembilim”, bu bütünlüğün büyük anlatılarıdır. İşte benim 1996 yılında yayımlanan “Oğuz Atay’ın Yaşam Oyunu” adlı mütevazı/öğrenci çalışmam; akademi kürsülerinde “edebiyatın politikadan daha büyük bir kapsamı olduğu”nu gayet güzel ortaya koyan “kuramcıların”, darbe dönemlerinde güncel politika tepsisinde, edebiyatı nasıl bir iştihayla yedikleri üzerinden hareketle edebiyatımızda “birey olma” kavramı üzerine esaslı kafa yoran Oğuz Atay’ı neoliberal lezzetler için “bireyci” ve bir “estet-romancı” olarak menüye koyma karmanyolacılığını, edebiyatın kıstasları içinde kalarak ayrıntılarıyla teşhir ediyordu. Oğuz Atay’ın “harcandığı”nı düşünüyor ve buna itiraz ediyordum. İkinci bir itirazım daha vardı: İnsanların düşünme yeteneklerinin korkuda durdurulduğu bir dönemde, istibdatta, duygu yüklü ve özdeşleşmeyi çok çabuk yakalayan Oğuz Atay metinlerinin, depolitizasyon tacirleri tarafından piyasayı doyurmak için çok sayfalı metalara dönüştürülmesine de itirazım vardı. Ne Selim Işık ne de Oğuz Atay böyle bir “ikinci gelişi” her halde hiç düşünmemişlerdi.
Atay’ın dili kullanma biçimleri ve kurgudaki yeniliklerinin edebiyat çevrelerince fark edilmesi, onun sağlığında mümkün olmamıştır. Onun edebiyatta yarattığı sıçramanın gecikmiş hissedilişi 1980’lerin ortasını bulacaktı. Bu “fark edilme” sonrasında Oğuz Atay üzerine onlarca kitabın yayınlandığını, yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapıldığını, makaleler yazıldığını görürüz.
1984’te Oğuz Atay’ın kitapları İletişim Yayınları’nca tekrar yayımlanıyordu ve yayınevi bazı kampanyalar yapıyordu. Bunlardan İletişim’in genel yayın yönetmeni olarak Murat Belge ve devamında Enis Batur ve Ömer Madra’nın hazırladığı yazıların etkili olduğunu biliyoruz. Kitapların basımını izleyen aylarda Milliyet gazetesinde bir yazı dizisi de başlatılmıştı. Hem Oğuz Atay üzerine yazılar hem de Oğuz Atay’ın “Günlük”ünden parçalar yayımlanıyordu gazetede. Politikanın zorlaştığı derin sessizlik günleriydi. 12 Eylül’ün hemen sonrasındayız. Pişmanlık yasalarının çıkarıldığı ve itirazı olan, düşünen insanların pişmanlıklarını söylemeye zorlandığı günler. Depolitizasyon. Geçmişte toplumculuk ile ilgili her duruşun “yanlış yaptıklarını” söylemeye zorlandığı bir dönem. Bu yazı dizisinde Oğuz Atay; apolitik, toplumculuk ve giderek her şeyle alay eden, yaşamını pek anlamlı pek değerli bulmayan, küçük dertleriyle kendinde/kendine yaşayan bir aydın tipi olarak karşımıza çıkar:
” Ne var ki böylesi unutmalar ne gerçek ne de uzun süreli olabiliyor. Burada, olsa olsa bir ‘gecikme’ söz konusu. Yani gecikmeli bir hatırlama. Bu da Oğuz Atay dünyasına tıpa tıp uyan bir durumdur aslında. Çünkü o, ömrü boyunca hep acele etmiştir; bu yüzden de hep geç kalmıştır. Sürekli bir panik vardır hayatında: Bir kitap okur, bir komedi seyreder, yorulur. Birileriyle birlikte olur, derdini anlatamaz, telaşlanır ve incinir. Küçük dertler, bir şeylere ödenmesi gereken paralar bazı şeylerin tamir masrafları hiç eksik olmaz ve bu panik duygusuna katkıda bulunurlar. Ve hep acele edilir.” (Ömer Madra, Acıklı Güldürü, Milliyet, 27 Ocak 1984)
Sağlığında eserleri ilgi görmemiş, ölümü de yeterince haber olmamış ve yıllar yılı adından bile bahsedilmeyen Oğuz Atay’ın 1984’te birden hatırlanmasının politik bir arka planı olmalıydı. Rastlantı sayılmamalıdır. Oğuz Atay’ın, romanlarındaki kahramanların olumsuz taraflarının toplamından çıkan bir aydın tipolojisiyle özdeşleştirilerek ve iştahlı bir kampanyayla menüye yazılması da rastlantı sayılmamalıdır. Değildir. Oysa ilk eşi Fatma Fikriye Hanım’ın biz’e anlatımında, her akşam koltuğunun altında iki kitapla eve gelen bir Oğuz Atay görürüz. Barlas Özarıkça’da “Tutunamayanlar”ı altı ayda, neredeyse daktilonun başından hiç kalkmadan bitiren, çalışkan bir Oğuz Atay vardır. Halit Refik, Menderes istibdadı ortalığı titretirken aydın hareketi yaratabilecek bir sosyalist dergiyi (Olaylar) yayımlamak için varını yoğunu ortaya koyup seferber olan bir Oğuz Atay anlatır bize. Cevat Çapan ise çok okuyan, araştıran ama çok mütevazı bir Oğuz Atay’dan söz eder. Oğuz Atay’ın romanlarında Selim, Turgut, Hikmet, Coşkun örnek alınması gereken ideal tipler olarak çizilmemişti; ama Oğuz Atay’ı okuyanlar, bu kampanyanın da etkisiyle, kitabın içinden bunlara yönelen eleştiriyi göremediler.
Oğuz Atay’ın “edebiyatın politikadan bağımsız kutsallığı”nı ilan edenlerce sürekli politik bir malzeme olarak kullanılmasındaki çelişkiden/talihsizlikten bir başka örnekle söz etmek isterim.
2006 yılı sonlarıydı sanırım; yani Oğuz Atay’ın “keşfedilmesi”nden yirmi yıl, kitabımın basılmasından da on yıl sonrası. Telefonum çaldı. Arayan, kendini Handan İnci olarak tanıttı ve “Hasip Bey’le görüşmek istiyorum.” dedi. “Buyrun efendim..benim.” dedim. Handan Hanım: “Hasip Bey, Oğuz Atay’la ilgili olarak İletişim yayınlarıyla birlikte bir sempozyum düzenliyoruz.” dedi. “Çok memnun oldum.” dedim. Handan Hanım devam etti: “Bu konuda kitabı olan biri olarak size de haber vermek istedim, belki katılmak istersiniz diye düşündük.” Sevinmiştim. “Böyle bir yazar için yapılacak bir etkinliğin içinde yer almak onur verici olur. Bir konu paylaşımı var mı? Yoksa bildirilerin kapsamını herkes dilediği gibi mi belirliyor?” diye sordum. Bir an sessizlik oldu. Sonra Handan İnci utangaç bir gülmeyle: “Yanlış anladınız… dinlemek istersiniz diye arayıp haber vermek istemiştim yalnızca…” dedi. Sempozyuma konuşmacı olarak davet edildiğimi sandığım için şaşırmıştım ama durumu çabuk kavradım: “Çok naziksiniz…” dedim. “Hatta anlaması zor aşırı bir nezaket diyeyim… yani hem uğraşıp bir sempozyum düzenliyor hem de başka şehirlerden dinleyici olabilecek insanları arıyorsunuz. Buradaki maksadınızı tam olarak anlamamış olsam da size kolaylıklar diliyorum hanımefendi.” dedim. Handan İnci, söylediklerimi alaycı bulmuş olmalı ki sesi başlardaki zarif bilim insanı tınısından hırslı ve çirkin hoca tonuna sıçrayıverdi. Benim de bu tür akademisyen türüne karşı alttan alma olasılığım hiç olmadığından karşılıklı kılıçlar çekiliverdi. Sanıyorum saniyeler içinde neden böyle bir sempozyumda konuşmacı olamayacağımı anlamış ancak bu kadar meşgul bir akademisyen tarafından neden telefonla aranarak “dinleyici” yapılmak istendiğimi hâlâ kavrayamamıştım. Tartışırken aklımın bir yanıyla da bunu bulmaya çalışıyordum. Benim kitabım, ölümüne değin kitaplarının yayınlanmasıyla boğuşmuş, sürekli reddedilmiş bir yazarın 80 sonrasında birden keşfedilmesine, gazetelerde yazı dizili kampanyalarla best-seller yapılmasına şüpheyle yaklaşan bir kitaptı. Malum o yıllarda 12 Eylül yalnız bizim değil bütün dünyanın üstüne çökmüştü. Amerika’da Reganizm, İngiltere’de Thatcherizm ile memlekette Özalizm’in aynı anda bireycilik ve anti-komünizm rüzgârlarıyla ideolojik hegomanyayı ele geçirmeye çalıştıkları bir dönemdi. Edebiyatın, Handan İnciler gibi, politikadan tamamıyla azade, uzay boşluğunda kendi etrafında dönen bir nebula olduğunu düşünmediğim için Oğuz Atay’ın ölümünden sonra böyle bir iklimde birdenbire keşfedilişini rahatsız edici bulmuştum. Dolayısıyla o sempozyumda ne işim vardı? Dinleyeceksem buyrun’du. Neyse, bazen edebiyattaki ideolojik savaşın da sinsi kuşatmaları nasıl da uzunca sürelere yayarak gerçekleştirdiğini Handan İnci’ye bakarak da görebiliyorduk. Bana telefonda edebiyata politikanın ölçüleriyle yaklaşılamayacağı dersi vermeye kalkan, bu konuda dinleyici olmamı uygun bulan Handan İnci Hanım, meğerse o yıllar edebiyata ufak ufak “politikanın ölçütleri”yle yaklaşıyormuş. Hiss-i kabl-el vuku diyelim. Ben telefonda konuşurken sanki yıllar sonra “Cumhurbaşkanı tarafından rektör seçilecek kişi” olduğunu sesinde yakalamışım. Onun ideolojik harcında, kişilik repertuarında bunlar büyük ihtimalle zaten vardı; ben sadece o sesi duymuştum.
Oğuz Atay; değişen, değişmekte olan bir toplumun sancı ve acılarının ifadesinin dilini bulmuş, bu dilin geniş yatağını oluşturmuş bir edebiyatçı bir kaynak olarak kabul ediliyor günümüzde. Bu noktada Victor E. Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında karşılaştığım bir Latince özdeyişi buraya aktarabilirim: “Affectus, qui passio est, desinit esse passio simulatque eius clarambet distinctum formamus ideam.” Yani “Acı duygusu buna ilişkin net ve kesin bir tablo oluşturduğumuz an acı olmaktan çıkar.” Atay’ın “neşesi” diyorum. Oğuz Atay’ın oyun, ironi, mizah ve neşe ile dolu dili, derinlikli düşünsel dünyası, bütünü oluşturan zekâ dolu kurguculuğu onu yalnızca Türk değil dünya edebiyatında da önemli bir yere taşıyor. “Oyun”, ilk anda ciddiyetten ve gerçeklerden uzaklığı anlatan hafif bir şey gibi durmasına rağmen yaşamsal değere sahip bir kavram. Zaman ve mekân arasında sıkışmış insan varoluşunun en büyük kurtarıcısı onun içindeki “oyun” isteğidir. Gerilimden kurtulma, zararlı durumlardan kaçma, okşanma gereksiniminin karşılanması, yerleşmiş bir dengeye ulaşılması ve bunun korunması gibi büyük kazanımları sağlayan “oyun”un bu kadar hafife alınması şaşırtıcıdır. Oyun’a dair bu genel tutuma karşın, insanın toplumsal ilişki ve zaman düzenleme biçimi yine de oyun’dur. Bilinçli ya da bilinçsiz girilen ve girildiği andan başlayarak evrensel kurallarına hiçbir zorlama olmadığı halde kendiliğinden uyulan bir etkinlik biçimidir o. Oyun, insanı eski paternlerden kurtaran bir “taze düşünme”, “yeni olanı eyleme” biçimidir. Oğuz Atay’ın yaşamla kozmik zaman ve uzam arasında oyun denilen (bir şeyler yok edilirken bir şeylerin var edilmesini sağlayan kozmik dans da diyebileceğimiz) o karmaşık ilişkiyi çoğaltan ve metinlerinin bizzat yazılışındaki oyun süreçlerini açık ederek hayatı da oyunlaştırmaya çalışan yanıyla son derece evrensel bir yazar olduğu açıktır. Buna karşılık ölümünün üzerinden neredeyse yarım yüzyıla yakın bir zaman geçtiği halde eserlerinin diğer dillere çevrilmesinin gecikmesi meselesi de bu noktada kanımca tartışmaya açılması gereken bir olgudur.
Şunu, anlıyorum: Kemalizm’in, imparatorluğun çöküşü ardından daralmış Anadolu’da çok kısa bir zaman aralığında gerçekleştirmeyi başardığı aydınlanmacılığı babasının kişiliğinde; batı modernizmini annesinin kişiliği ve bakışında; kapitalizmin ve sosyalizmin birbirine meydan okuyan soğuk-sıcak yıllarını gençlik arkadaşları ile ilişki ve gerilimlerinde yaşayan Oğuz Atay’ı Batı’nın hemen anlayabilmesi kolay değildir. Oğuz Atay’ın eserlerinde temel aldığı ve daha çok dil oyunlarıyla geliştirdiği yapı’nın evrensel olduğu kadar çevirisinin son derece zor olduğunu da belirtmek gerekir. Öte yandan Atay, Doğu-Batı beşiğine oturmuş bir Türkiye’de, Batı ve Doğu tavrını yan yana görünür kılma çabasını yazarlığının ana ekseni yaparken bunu maharetle ve ironiyle söyleyebilmiştir: “Batılı Doğu insanını içinde hissedemez. Biz Steinbeck’in şeftali işçileriyle birlikte acı çekeriz. Hamlet’in meselesine katılırız.”
Edebiyatı yazarın kendi kendiyle kurduğu salt bir oyuna indirgemek ondaki derinlikli oyun kavramını da toplumcu damarını da görünmez kılma kötü niyetleri ile ilgiliydi. Bunu o dönem söylemek gerektiği gibi hala da tekrar etmek gerekiyor sanki!
“Tutunamayanlar”ın, Oğuz Atay’ın kitabı yazdığı yıllarda beraber olduğu ve kitabın yazılmasında da etkisi olduğu bilinen Sevin Seydi tarafından İngilizceye çevrilme çabası kısa zaman önce (2017) tamamlanmıştır. Bu çaba (tıpkı Türkçe yayınlanma serüveninde olduğu gibi) yayınevlerinin direnciyle karşılaşmış, çevirmenin kurduğu “Olric” isimli yayınevi tarafından ancak (200 Adet) sembolik olarak basılabilmiştir. 2002 yılında UNESCO tarafından çevirisi yapılması gereken önemli kitaplar listesine alınmasına karşın 2011 yılında Hollandaca, 2016 yılında Almanca ve nihayet 2017 yılında söz konusu ettiğimiz İngilizce çevirisinin cılız baskısı yapılabilmiştir. Oğuz Atay yazarlığının Türkçe okurun gönlünde ve bilincinde hak ettiği yeri gecikmiş olarak almasının bir benzeri dünyada da gerçekleşiyor. Ne diyelim: Talihsizlik!
Bazı şeylerin bazı zamanları beklemesinin mutlaka nesnel nedenleri vardır. Oğuz Atay, bekletilmeyi umursamamış, ölümüne dek yazmayı sürdürmüş bir yazar. Yazdığı oyununa tiyatro, rejisör, oyuncu bulamamış bir yazar. Bunu “Oyunlarla Yaşayanlar” oyununu sahnede izleyememiş olmasından ve ölümünden hemen önce güncesine yazdığı notlardan da biliyoruz. Kitaplarına zorluklarla yayıncı bulmasıyla ilgili hikâyeler artık birer mit. Ne yazık 43 yaşını doldurmadan bu dünyadan göçmüş olması da ayrı bir talihsizliktir.
Toplumcu dünya görüşüne giren herkesin bir süre sonra kabul etmek zorunda kaldığı en önemli ilke hayal edileni görmeme ihtimalini baştan kabul etmek ile ilgilidir. İnsanın doğasındaki “oyun” duygusu, hayal edileni eninde sonunda somut ve gerçek yapıyor. İşte bu yüzden “şakayla ve neşeyle oyunu sürdürme kararlılığı”nın oyunun sonuçlarını görüp görmeyeceğimizden daha önemli bir mesele olduğunu ben bu çalışma içinde kavradım. Bunun Oğuz Atay’dan öğrendiğim en değerli şey olduğunu biliyorum.