Ekonomi Notları – 127
Ömer Madra: Bugün birazcık AB ile ilgili olarak müzakereli yaşamın nasıl olacağı konusunda konuşalım.
Hasan Ersel: Dün (16 Şubat 2005) o açıdan çok öğretici bir toplantı oldu. Merkezi Ankara'da olan Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (ben de üyesiyim) ile TOBB'un ortaklaşa düzenlediği bir toplantı yapıldı. Başlık "Özel Sektör AB Müzakereleri İçine Nasıl Katılmalıdır?" Çeşitli özel sektör kuruluşlarından insanlar geldi, basından insanlar geldi. Bu bir karar alma toplantısı değil, bir sohbet toplantısı idi. Burada dört kısa sunum vardı, ilkini Prof. Ali Bayer yaptı, kendisi Brüksel Üniversitesi'nde ve AB müzakerelerine daha evvel katılan ve komisyon altında çalışan, konuyu içten bilen bir insan. Kendisi AB ile üyelik müzakereleri nedir, süreç nasıl yürütülür konusunda çok güzel bir konuşma yaptı ve şu kaygıyı da dile getirdi: "Türkiye 17 Aralık'ta tarih aldıktan sonra öyle bir rehavete kapıldı ki 'acaba tren bir daha mı kaçacak?' havası doğuyor" dedi. Bunun ötesinde de bu işin ne olduğunu, "müzakere" lafının niye yanlış olduğunu, Türkiye'nin AB çerçevesinde bir yakınsama süreci, AB üyeliğine gidiş yolunun bulunması için bir süreç olduğunu gayet güzel vurguladı. O, Brüksel açısından, orada olup bitenleri anlattıktan sonra ben de Türkiye açısından olaya baktım. Söylediğim şuydu:
"Türkiye'nin AB üyesi olmak diye bir ulusal hedefi olamaz, Türkiye'nin hedefi bir kulübe üye olmak değildir: Biz insanca yaşayacağımız, biz beceremezsek çocuklarımızın veya onların çocuklarının insanca yaşayacağı, demokratik, refah düzeyi yüksek bir toplum yaratmak istiyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla AB üyeliği bu yönde başarı sağlamış ve gidiş kuralları belli bir yol. Başka yollar olduğu da söyleniyor, olabilir de. Fakat benim bilebildiğim kadarıyla kuralları var olan başka yol yok. Böyle düşünürsek olayı, biz neyi yapmalıyız? Neyi yaparsak iyi olur ve toplumsal refah açısından hangisi daha iyidir? AB ile o müzakere sürecinde bizim AB ile yakınlaşma yolumuzu olabildiğince kendimize göre formüle etmeğe çalışmalıyız."
Ana fikir buydu. Üçüncü konuşmayı ise, Sabancı Üniversitesi'nden Dr. Nimet Beriker yaptı. Onun vurguladığı ise şuydu:
"Evet, sonuçta bir müzakere var ama o müzakere yurt dışında değil yurt içinde var. Farklı çıkarları, farklı görüşleri olan farklı toplumsal gruplar var. Böyle olması doğal. Her demokratik toplumda bu vardır. Ama bir noktaya doğru gelebilmemiz de gerekli. Bunu sağlayacak, ilgilileri ikna edecek bir süreç olması gerekli. Bu süreçte karşıt görüşlerin ortaya çıkması, tartışılması, 'kusura bakma senim istediğin olmuyor, çünkü...'ye varan bir sürecin çalışması lazım. Tabii o sürecin sonunda da siyasi sorumluluk hükümetin olur; hükümet kimse. O da diyebilir ki, 'evet, bu durumda biz şunu benimsedik, çünkü...' 'Sorumlu da benim' diyecek. Bu olayın kazasız belasız gitmesi için müzakere nasıl yapılmalı? O kültür nasıl yerleştirilir?"
Dr. Beriler, Bu soruları sordu ve bu konuda bize bilgi verdi. Son konuşmacı da İKB yönetim kurulu başkanı Davut Kürkçü idi, o da "AB müzakere sürecine özel sektör nasıl katılmalıdır?" sorusuna karşılık, fiilen olup bitenleri anlattı, neler yapılabileceğinin üzerinde durdu. Türkiye'deki örgütleri tanıyan bir insan olarak nelerin yapılabileceğini açıkladı.
Sonra güzel bir tartışma oldu. Benim hoşuma giden tarafı da şu oldu; özel sektörden gelen kişiler "biz fevkalade uyumluyuz, milli menfaatleri çok iyi biliriz" filan gibi lâflar etmediler ama "anlaşabiliriz" dediler. Farklılıklar olabilir ama uğraşılır, anlaşılır. Bu güzel bir noktaydı. İkinci nokta ise, "bu toplumda sadece özel sektörün meselesi değildir, toplumun diğer kesimleri de var. Bu iş sadece ticaret/sanayi erbabının işi değildir" denildi ki, bu bir başlama noktasıydı, bir düşünme noktasıydı. Bunun çok daha yaygınlaştırılması, toplumdaki çeşitli grupları kapsaması gerekli. Bu toplantı, görece daha örgütlü grupları bir araya getiriyordu. Öte yandan da TEPAV'ın (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) da ilgi alanı olduğu için buradan başlandı. Yoksa bunun yaygınlaştırılmasının gerektiği açık.
Üçüncü nokta ise, "hükümette, kamuda, acaba yeterli çalışma yapılıyor mu, hatta çalışma yapılıyor mu?" diye bir kaygının var olması. Yoksa "yorgunluk mu çöktü?" diye bir soru soruluyor. Benim gibi buna inanlar var, "o kadar değil ama galiba geçici bir duraklama var" diyenler de var.
Dünkü toplantıda ortaya çıkan ana noktalar özetle bunlardı.
ÖM: Yani sadece AB açısından değil, aynı zamanda IMF ile ilişkiler açısından da bir durgunluk vardı, daha önce de konuşmuştuk bunu.
HE: Artık yapısal reform kararlarında hiç kimseyi üzmeden yapılabilecek bir şey kalmadı. Üzmekten kastım, çıkarına ters düşmeyi kastediyorum, yoksa kasten bir kötülük yapmayı değil. Üzerine yük gelecek kişileri de ikna etmek lazım ve bu da zor bir şey. Benim hissettiğim siyasi iktidarlar bu noktada zorlanıyor; bu iktidar da zorlanıyor. Ama bunun çaresi yok, yapması ve bunu akıllıca yapmanın yolunu bulması gerekli. "Ben geldim senin ayağına tekme attım" diyerek olmaz "kusura bakma ayağına çarptım çünkü başka türlü geçemiyordum buradan" şeklinde anlatabilmenin yolunu bulmak lazım.
Şimdiye kadarki bazı sorunlarda "belli grupları, görece güçlü grupları etkiledi, mühim değil" diyebilirdiniz ama şimdi emekliler, çalışanlar var. Onlarla ilgili karar alınacak ve hepsi de sevimli kararlar olmayacak. Bu, hem politik hem de teknik olarak çok daha fazla çalışmayı gerektiriyor. Biraz da risk almayı gerektiriyor, çünkü insanlar kolay kolay "ne iyi ettiniz de benim aleyhime karar aldınız" demez.
ÖM: Özellikle mesela bu sendika meselelerinde olduğu gibi, ya da tarım gibi ülkenin hem ekonomik hem sosyolojik olarak çok önemli bir kesimini ilgilendiren sektörlerinde de çok ciddi radikal kararlar almak zorundasınız. Bunların tartışılması gerekecek.
HE: Bundan doğabilecek bir siyasal riski de baştan kabul etmek lazım, sonuçta herkes hak verse bile, "evet, mecburmuş" dese bile, "canım beni de pek korumadı" diyecektir. Bu doğal, her demokrasi böyle çalışır, böyle sorunlar çıkacak ama bunlar ertelendiği zaman daha büyük zarar geliyor.
ÖM: Bunların hızlandırılması için ne yapılması gerektiği konusunda konuşma oldu mu?
HE: Evet, "bir an evvel burada çıkan noktaları bir rapora dönüştürelim, onun arkasından takip etme noktaları çıkaralım ve en önemlisi de çok hızlı bir şekilde, bu çok geniş bir alanı kapsayan "müzakere aşaması" için gerekli bilgileri toplayalım ve o bilgilerin doğru yerlere ulaşmasını sağlayalım" diye bir karar alındı. Böyle toplanan 60-70 kişi Türkiye adına karar alacak değil ama "biz, böyle hareket ediyoruz" deyip örnek olabilir. Bir işbirliği örneği anlatıldı: Geçen 2003'te AB tüm Türk gemilerini kara listeye almış.
ÖM: Bu ne demek?
HE: Bu, Avrupa limanlarına sokulmuyor demek. Sebebi de, Türk gemilerinin uluslararası standartta denetlenmemesi ve Türkiye'nin kendi limanlarına gelen gemileri de denetlememesi. Bunun kuralları varmış, ondan sonrasını bilemeyeceğim. AB bu konuda Türkiye'ye 20 yıldır yazar çizermiş ve bu yapılmıyormuş. Bu gemilerle ilgili bir oda var, onun başkanı anlaşılan çok aklı başında, çok hoş bir beyefendiymiş. Bu olayı dert ediyor. Ama "Avrupalılar bize hakaret ediyor" diye değil. Tam tersine ne yapmamız gerekir diye uğraşıyor. Bir sene içerisinde denizcilik müsteşarlığı da başta olmak üzere kamu otoritelerinden alınan çok olumlu desteklerle bütün gemilerde denetim başlamış. Yani "benim gemim iyidir, denetlenmese de olur" gibi itirazlar da kalmamış. Herkes denetimi kabul etmiş, denetim yapılmaya başlamış. Limanlara gelen gemilere de denetim yapılmaya başlamış. Ya bu yıl, bilemediniz gelecek yıl Türk gemilerinin kara listeden çıkması bekleniyor. Yani Avrupa'nın dilinde bir cevap verince kazanılmış.
ÖM: Bu çeşit model davranışlarla bu iş yapılabilir.
HE: Buradaki sıkıntıyı Başbakan çözemezdi. Hangi gemi nasıl denetlenir nereden bilsin? Bunu ilgili insanlar bilir, o insanlar kendi aralarında "böyle yapmamız gerekir" konusunda uyuşma sağlamışlar. Kamu otoritesi de görevini yerine getirince olay çözülmüş. Bu tür enteresan olaylar var.
Pek anlamadığım için bana da garip gelen bir başka örnek daha var. Tavuk yetiştiriciliği ile ilgili. AB standartlarına göre tavuğun bulunduğu yerin yüksekliği 36 santim olmak zorundaymış. Olmadığı takdirde orada yetişen tavuktan elde edilen ürünler AB'ye ihraç edilemiyormuş. Bunun ne demek olduğunu bilmiyorum ama bildiğim bir şey, Türkiye'dekiler 30 veya 40 santimse değişmesi gerekiyor, aksi halde de olmuyor. Bunun ne demek olduğunu, bir süre alması gerekip gerekmediğini kim bilir? Tavuk üreticileri bilir, onlar derler ki "bize 2 yıl süre verin, biz halledelim" diyebilirler veya "hiç gerek yok, hazırız zaten". Bu bilginin o insanlara zamanında ulaştırılması gerekli. "Bakın böyle bir sorun var, sizi etkiliyor, önemli mi değil mi?" diye sorulması ve onların cevabına dayanarak da hareket edilmesi gerekli. Bu iletişim mekanizması kurulduktan sonra büyük ölçüde ilgili çıkar sahiplerinin olayı kovalaması ile gidecek bir süreç.
Toplantı, olayın bu özelliğinin anlaşılması açısından çok yararlı oldu. Bu noktada ısrar edilmesi gerektiğini düşünüyorum, bu süreç de böyle çalışabilir ancak.
ÖM: Yani müzakere kültürü denilen bir süreci içselleştirmemizin vakti geldi de geçiyor diyorsun bir anlamda?
HE: Tabii.
(17 Şubat 2005 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)