Merhaba kâinat!..
Son zamanların gözde konusu: Kıyamet. Başkan Bush’un ön saflarında yer aldığı Evanjelist teorisyen ve pratisyenlerin dilinden hiç düşmeyen o söylemden, nihai savaş Armageddon’lardan, bombaların anası MOAB’lardan ve o bombaların adlarını esinlendiren diğer dehşetengiz Ahd-i atik kavramlardan söz etmiyoruz burada. Teolojik değil, daha ziyade pozitif bilime dayalı, elle tutulur, gözle görülür, parmakla sayılırkıyamet hesaplarından bahsediyoruz.
Bu konuda yayımlanan haber, makale ve kitapların sayısında dikkate değer bir artış gözlemleniyor. Yalnızca nicelik meselesi de değil bu üstelik; yazıların ve yazarların niteliği de dikkat çekici. Tarih, astronomi, antropoloji, klimatoloji ve hukuk gibi alanlarda uluslarası şöhrete sahip, son derece saygın bilim insanlarının, bilim insanlarına özgü o serinkanlı ve mesafeli edâ ile, yaklaşmakta olan kıyametin mesafesini ve nedenlerini tatlı tatlı anlattıklarını görüyoruz.
Geçmişe ve geleceğe izafeten en uzak gibi görünen, oysa belki de en yakın tehlikeyi oluşturan tufanlar, kuraklıklar, buzul çağları vs., velhasıl küresel iklim değişikliği konusunda, 5 bin yıllık Sümer ve Akad tabletlerine bakarak yapılan kehanetler konusuna üstünkörü de olsa değindik.
Medeniyetlerin gümbürtüyle çöküşü konusundaki kehanetler, medeniyetlerin başlangıç noktasına kadar geri götürülebilir tabii. Ama, insan medeniyetinin “doruk” noktasında olduğumuz konusundaki iddialar dört bir yanda kol gezerken, -- sonra söylemedi demeyin! -- gezegeni unufak olmadan ayakta tutabilme konusundaki ihtimaller epey azalmış gibi görünüyor.
“Son Saatimiz” başlıklı ürkütücü kitabı yeni yayımlanan bir bilim adamı bilimi sorumlu tutuyor! (Deena Beasley, Reuters, 9 Haziran 2003).
İngiliz fahri kraliyet astronomu ve Cambridge Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Martin Rees, bilimin tarihte hiç olmadığı kadar belirsiz ve tehlikeli “ilerleme”sine dikkat çekiyor. Yüz yıl önce dünyayı yokedecek bir kıyamet ihtimali yüzde 20 olarak hesaplanırken, şimdi bu olasılık yüzde 50’ye çıkmış profesöre göre. Ölmekle kalmak, artık fifty-fity hesabı! Rees, gezegeni bekleyen tehlikeleri sıralarken, daha önceden pek âşinâ olduğumuz o göktaşı çarpması, süperyanardağ indifası gibi Hollywoodvari fantezilerden bahsetmiyor. Onun derdi gücü, insan. Başımıza gelebilecekleri de şöyle sıralıyor: Nükleer savaş ve terör, gen mühendisliği ile yaratılmış ölümcül virüsler, herşeyi yokedebilecek makineler ve – insan karakterini değiştirip canavara dönüştürebilecek genetik mühendislik çalışmaları.
Yani, dostlar, felâketin büyüğü dış uzay’dan ya da yerin dibinden değil, yakın dostumuz insandan, kendimizden geliyor. “Tarihte ilk kez, insan tabiatının kendisi sabit bir öge olmaktan çıktı,” diyor kraliyet astronomu. “Biyoteknoloji ile üretilmiş ilâçlar ve gen mühendisliği, bireyleri şimdiye kadar görülmemiş biçimde güçlendirmiş durumda.”
Profesörün en ürpertici cümlesi de şu: “Açık kapılarla açık kalması gereken kapılar arasında giderek büyüyen bir açıklık oluşuyor.”
İnsan eliyle gelen “düğün-bayram” konusunda, ABD’de hızla boyvermeye başlayan yeni “küresel faşizm”in getireceği muazzam tehlikelere, “Tanrı parçacığı”nın peşinde koşan bilim insanlarının dev yeraltı mağaralarında dev makineleri ve mıknatıslarıyla hepimizi ve herşeyi bir “kara delik”in içine sokuverme ihtimallerine, 70 bin yıl önce yerkürede 2 bin kişi kalan atalarımızın bıçak-sırtı sıyırma maceralarının bu sefer tekrarlanıp tekrarlanamayacağı konusundaki ihtimalleri, yani kızılca kıyameti, gene bilim insanlarının yazıları eşliğinde konu etmeyi sürdüreceğiz – o zamana kadar kıyamet kopmazsa tabii.
Devamı yarın...