Mehveş Evin'le Küresel Adalet Arayışı Hakkında

-
Aa
+
a
a
a

Geçtiğimiz hafta BM İklim Konferansı nedeniyle, Durban’da bulunan gazeteci Mehveş Evin Açık Gazete'de konuğumuzdu. Konferansın son gününde gelecek kuşakların haklarının bir avuç büyük şirketin kârı uğruna heba edilmesini protesto etmek için katıldığı sivil itaatsizlik eylemi nedeniyle güvenlik güçleri tarafından bina dışına atılan yüzlerce kişiden de biriydi.

Mehveş Evin’le iklim adaleti ve küresel ekonomik sistemin adaletsizliğine karşı giderek tüm dünyayı saran halk hareketleri hakkında konuştuk.

Mehveş Evin’in Durban’daki eylemi anlattığı, Milliyet gazetesinde yayımlanan yazısını okumak için tıklayın: Occupy Durban

Dinlemek için:

İndirmek için: mp3, 34 Mb.

14 Aralık 2011 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.

Açık Gazete’nin podcast servisine abone olmak için tıklayın.

***

Programın deşifresi:

 

Ömer Madra: Konuğumuz var: Mehveş Evin, Milliyet gazetesinden. Kendisiyle Durban'da epey macera paylaştık. Hoş geldin Mehveş.

 

Mehveş Evin: Merhaba, hoş bulduk.

 

ÖM: Durban’da neler oldu, ne bekliyorduk, şimdi neler olacak? Bunları biraz konuşalım, ama en önemlisi de konferans salonunun ortalık yerindeki büyük işgal eyleminin de elimizde de benim yaptığım kayıtlardan bir kolaj da var, zaman zaman ona da kulak vererek.

 

ME: Hele o şarkı varsa harika olur!

 

ÖM: İstersen öncelikle 1 dakikalık falan dinleyerek başlayalım, sonra aşağı alır ‘fade’ ederiz –ona öyle diyorlar- ondan sonra konuşmaya devam ederiz… Ana salonda ‘Sweet Thorn’ diye adlandırılan salonun önünde başlayan bir eylemdi değil mi?

 

ME: Evet. Şimdi dinleyince tekrar oraya dönmüş gibi oldum zaten.

 

ÖM: Bu da şarkı şimdi…

 

ME: Evet Afrika için…

 

ÖM: Bu da güneye damgasını vuran şarkıydı. Bu aslında apartheid’le mücadele günlerinden gelen çok eski bir Afrikalı bir ozanın...

 

ME: Madenlerde mi söyleniyordu?

 

ÖM: Evet madenlerde söylenen bir şarkıymış, yeniden orada canlandı. Evet sen anlat.

 

ME: En başından alacak olursak bütün organizasyonda bir gizlilik de vardı ama bir yandan her şeyin ortasında oldu bu, yani “nasıl, ne yapacağız, nerede buluşacağız, ne diyeceğiz?” kısmı bir akşam öncesinden kaba hatlarıyla belli oldu. Siz de gayet iyi biliyorsunuz zaten ve insanlar birbirleriyle nasıl iletişime geçeceğine ve eylemin nasıl başlayacağına SMS’ler göndererek ve buluşma yeri, saatini belirleyerek buluşuldu. Dinleyiciler için şunu anlatmak lazım, bu görüşmelerin yapıldığı yer çok büyük, gayet şık bir kongre merkezi, yani Lütfi Kırdar’ın 2 misli diyebilirim size, bir sürü salonu var içinde, yani yüzlerce insanın girebildiği ve zaten binlerce insan girip çıkıyor o alana. Esas amaç şuydu; devlet heyetlerinin yani bakanların yaptığı toplantıya girmek.

 

ÖM: Genel kurula girmek.

 

ME: Genel kurula girip orada hem protesto yapmak hem de konuşma yapmaktı. Fakat bu buluşmadan sonra, yani koridorda buluşuldu, salona girmeden buluşuldu. O kadar büyük bir kalabalık oldu ki, bütün medya da hazır bekliyor, her taraftan AP’den tutun bütün bağımsız yayın organlarına, herkes kameralarla falan toplanmış. Böyle anormal bir kalabalık da vardı bu eylemi haber alan ve izlemeğe gelen.

 

ÖM: Avaaz.org, 350.org, Greenpeace ve Friends of The Earth (Dünyanın Dostları) gibi önemli uluslararası örgütlerin Durban’ı işgal toplantısıydı. Aslında bütün kararlar daha önceden alınmıştı, SMS mesajlarıyla duyuruldu, hatta ‘Afrika’yı Öldürme!’ baskılı tişörtlerin dağıtılmasıyla bir işgal toplantısı yapıldı. Onların tam yaptığı genel kurul konsensüsünde kararlar verildi, öyle gittik orada yani.

 

ME: Evet, sabahkine katıldım ben, siz akşamkine de katıldınız zaten, onun heyecanı da yetti sanırım. Şöyle, bir kere iletişimden bahsetmiştik, yani bu ‘occupy’ hareketinin iletişim tekniklerini diyeyim bu genç insanlar, çoğu çok genç insanlar gerçekten de, yani hem sivil toplumdan, hem bu heyetlerden, gençlik delegasyonlarından kızlar ve erkekler vardı. Mesela birisi çıkıp bir şey söylüyor, buna katıldığınız zaman ellerinizi havaya kaldırıp parmaklarınızı sallıyorsunuz diyeyim, yani kıpırdatıyorsunuz.

 

ÖM: Yıldız yağmuru gibi.

 

ME: Yıldız yağmuru gibi bir şey. Çok da hoş, öyle bağırtı, çağırtı, gürültü, patküt falan öyle bir şey yok, gayet böyle nasıl derler yumuşak bir şekilde akıyor iletişim ve ortak karar alınıyor.

 

ÖM: Doğrudan demokrasi.

 

ME: Evet ve aynı şey ve onun içinde olmak içinde olmak gerçekten çok etkileyiciydi. O koridorda toplanıldığında, çünkü ‘my check’ diye başlanıyor ve herkes ‘my check’ diye tekrarlayarak...

 

ÖM: Halk mikrofonu...

 

ME: Halk mikrofonu ya da insan mikrofonu denebilir. Çünkü o gürültü ve o kalabalığın içinde zaten sesin, hani liderin sesinin duyulması da imkansız ama yüzlerce insan onu tekrarladığı zaman herkes duyuyor, herkes derken sadece eyleme katılanlar değil eylemi izleyenler de sanki bu oyunun bir parçası oluyor. “Şimdi acaba ne yapacaklar?” ya da “şimdi acaba ne söyleyecekler?” diye beklediklerini de düşünüyorum. Her şey çok açıklıkla mesela “şimdi arkadaşlar şöyle yapabiliriz” ya da “şunu yapabiliriz” diye birisi mesela bir komut veriyor ve aynı şey tekrarlanıyor. Böylelikle hani birinin duymaması “ay ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz?” falan diye bir sersemlik olması da engelleniyor. Bu şekilde ve yani polisle de karşılaşıldığı zaman, şimdi polis geldi bize izin vermiyor, bir seçenek dışarı çıkmak, bir seçenek içeride kalmak diye. Yine aynı şekilde bağırarak yani gizlilik anlamında hiçbir şey yok, bunu seslendirerek ve insan mikrofonu aracılığıyla bütün eyleme katılanlarla paylaşıldı. Dolayısıyla oradaki insanların ne yapacağı, hiçbir şekilde şiddete bulaşmadan direniş göstermeden orada olduğunu, gayet net bir şekilde herkese de anlatmış olduğunu, yani kalkıp orada gizlice polisin bir şey yapmasına da olanak bırakmıyor aslında bu şeffaflık.

 

ÖM: Bu noktada iki ufak şey ilave edeyim, bir tanesi şeye çok dikkat ediliyordu benim fevkalade dikkatimi çeken unsurlardan, hususlardan biri oydu, engellememek. Yani genel kurulun çalışmasını, BM çalışanlarının görevlerini hiçbir şekilde engellememeğe, yani hep sağ taraftan gidilecek, koridoru boş tutacaksınız.

 

ME: Ama o kadar kalabalıktı ki koridor doldu.

 

ÖM: Amaç tamamen o düşünülen hiçbir engelleme olmadan tamamen bir sivil itaatsizlik ama barışçıl.

 

ME: Öyle bir şey ki zaten biraz fazla sıkışıklık olunca aynı insan mikrofonuyla “şimdi birer adım geri gidiyoruz, lütfen itmiyoruz!” gibi anonslar da veriliyor. Çünkü ister istemez bu kadar çok insanın olduğu yerde bir karmaşa da yaşanıyor ama kimse birbirini itmesin, kakmasın, ezmesin diye bu komut da veriliyor. Yani inanılmaz bir düşünce, ne bileyim birbirini önemseme diyebilirim.

 

ÖM: İnsanların aslında uzun süreden beri unuttuğu şeyler bunlar, yani birbirlerine saygı meselesi, çok önemli, dokunma duygusu.

 

ME: Ve arkadan mesela su bardakları çünkü o hararetle yani hem şarkılar söylenirken hem o konuşmalar yapılırken çok susuyor herkes ve birdenbire arka taraftan su ön tarafa doğru yollanmağa başladı. Hani kimse nedir ne değildir falan sorgulamıyor, yani o sırada susayan zaten alıp içiyor onu.

 

ÖM: Evet yani bu çok uzun zamandır dünyanın epey bir zamandan beri diyeyim unutmuş olduğu bir şeyin, bir ruhun yeniden dönüşü. Ben tabii bu işgal meselesini bir süreden beri takip etmeğe çalıştığım için hemen orada kendi adamlarımla temas kurarak “nerede bu işgal hareketi cereyan ediyor?” diye onun sonucunda da rahatlıkla örgütlenebildik. Hatta ben ilk akşamki toplantıda şeyi de söyledim bir ara, yani “duygularınızı almak istiyoruz, ne hissediyorsunuz, moraller iyi mi arkadaşlar” filan deyince “herkes önce kendi adını söylesin sonra da hangi kuruluştan olduğunu söylesin” diyordu. Ben de “Türkiye’de buna benzer bir heyecanı ilk 1965’te ilk Kozlu işçilerinin öldürülmesi için Ankara’da sokağa çıktığım zamandan beri böylesine büyük bir devrimci, yani genel bir moral ruha sahip olmamıştım” dedim böyle bir duygu yaratıyor.

 

ME: Çok büyük bir moral vermiştir tabii.

 

ÖM: Sonuçta tabii çok önemli bir nokta daha var, belki onu sen de yazdın zaten Milliyet’teki yazılarında, biz burada bu eylemin içinde çok bilinçli olarak kendi kuruluşlarımızı temsil etmeden birey olarak bu hareketi birer dünya vatandaşı olarak parçası olarak, en azından ben böyle katıldım. Çünkü bir etik sorun da olur mu olmaz mı tartışması oluyor.

 

ME: Öyle ama bazı şeyleri de abartmamak lazım, yani şimdi orada bir tabii ki kurum adına katılmadım birey adına katıldım, onu da şu şekilde yazdım da, yani yarın öbür gün oğlumla ya da torunumla, çünkü oğlum da epey büyük artık, yakında torunum da olur ne bileyim sorduğu zaman, yani “dünya batarken sen neredeydin!” diye ona verecek de bir cevabım olması lazım. Yani “sadece takip edip bu konuda yazıp çizmedim ama bireysel olarak da böyle bir eylemin parçasıydım” diyebilmek benim için önemliydi. Ayrıca da dışarıdan yani bir gazeteci olarak izlemek başka bir şey içine girip içine girip içinden izlemek bence başka bir şey, yani o duyguyu hissetmek de çok güzel bir şey. O anlamda etik bir problem olarak asla görmüyorum. Hani kalkıp da polisle didişseydim tabii ki etik bir problem olurdu ama öyle bir şey yok. Zaten en başında karar verilmişti, yani “polis gelip size dokunduğu anda, hatta kartınızı istediği anda uyum gösterin lütfen, direnmeyin ve bir şekilde ne diyorsa onu yapın” diye rica etmişlerdi. Bunu tekrarladılar da zaten. Neticede o an geldi yani 2 saat boyunca orada bir şekilde o insanlarla Kanadalı, Nijeryalı, Avustralyalı...

 

ÖM: Yeni Zelandalı

 

ME: Evet her ülkeden belki bir karışım, bir insanlar topluluğu aynı şeyi için bir yere gelmişlerdi. Bu bence çok önemliydi bunu yaşamak, bir destek olmak tabii ki.

 

ÖM: Bence de burada esin aldığımız ve bu hareketin öncülüğünü yapan, oradaki işgal hareketinin öncülüğünü yapan insanlar arasında zaten bu işten neredeyse çekirdekten yetişme eylemciler, aktivistler ve hep ömürleri boyunca da barışçı eylemler gerçekleştirmiş aktivistler vardı. İşte Kumi Naidoo zaten kendisi Durbanlı, oranın çocuğu ve tamamen o sokaklarda mücadele etmiş, polis lafından aynı mücadele ettiği yerlerde tutuklanmış, sonradan yurt dışına kaçmak zorunda kalmış, uzun bir süre yurt dışında yaşadıktan sonra dönmüş ve şimdi de iklim adaleti mücadelesini veren bir insandı. Bobby Peek de aynı şekilde o da Güney Afrikalı, bu Friends of The Earth’ün, onlar ikisi zaten başını bulunduğumuz dev konferans salonunda her şeyi insan mikrofonuyla da bize izah edenler, yanılmıyorsam o da Durbanlı, yoksa Cape Townlu muydu şimdi tam hatırlamıyorum ama o da çok erken tarihlerden itibaren Bobby Peek de bu apartheid (ırk ayrımcı) ırkçı rejime karşı cephe alanlardan ve silahsız barışçı mücadele verenlerden biri. Onlar da kendi şehirlerinde yapılan bu iklim zirvesinde, uluslararası toplantıda da adaletin sağlanamayacağını görünce böyle bir eylemi düzenlediler. Ondan sonra da nasıl çıktığımızı da sen izah edersin.

 

ME: Nasıl çıktık; bir karar anı geldi, dışarı çıkacağız ve eyleme orada devam edeceğiz ya da burada kalmağa devam edeceğiz ama devam edersek de kartlarımız, çünkü herkesin bir yaka kartı var, bunların üstünde bar kodlar var ve hergün girip çıkarken kongre alanına o bar kodları o kutuluyor, çıkarken de o kutuluyor. İşte herkesi kim

 

ÖM: Retina bilgileri bile var orada.

 

ME: Valla var, fotoğrafınız da var, orada çektikleri fotoğrafla hergün oraya giren çıkan ismi, cismi, bütün bilgileri zaten var ama mesela o değil, o alana girip çıkmaktı zannedersem. Çünkü şöyle bir anons yaptılar insan mikrofonuyla “eğer burada kalmaya devam edersek polis bizim kartlarımızı alacağını ve buna da daha sonradan yani ‘badge’ (kimlik kartı ) ise ‘debadge’ olma durumu yani ‘deported’ olmak dışarıya atılmak ama ‘diberch’ diye yeni bir kavram sanırım çıktı.

 

ÖM: Kimliksizleştirmek! Mahir’in önerisi kimliksizleştirme.

 

ME: Evet çok doğru söylüyorsun Mahir. Bir de o ayrıcılıktan yani o iklim görüşmelerinin yapıldığı kongre merkezindeki takip ve heyecan kesinlikle var, yani ‘sınıftan atılmak’ gibi bir şey.

 

Mahir Ilgaz: Evet evet. Amy Goodman’la Ömer Bey’in yaptığı röportajda da vardı “burası aslında canavarın kalbi” diyor Amy Goodman. Yani “burası %1’in olduğu yer aslında, ona dahil oluyorsunuz orada olunca”.

 

ME: Tam %1 ve tabii ki bu “gidelim mi kalalım mı?” diye insan mikrofonuyla yine birbirimizle iletişim halindeyken birisi çıktı dedi ki “kimse bana ne yapacağımı söyleyemez ya da nerede konuşma yapacağımı söyleyemez, ben burada kalacağım, oturacağım hatta” dedi ve oturdu. Çoğumuz da oturduk zaten isteyen gelsin bizi dışarıya atsın diye ve ondan sonra da hakikaten hepimizi polis geldi 2’şer, 3’er “buyurun canım!” diye kapıyı göstererek VIP çıkışından bir de. Onu da söylemişlerdi hatırlarsanız, VIP’den yani basının fotoğraflayacağı bir yerden değil VIP çıkışından gönderecekler büyük ihtimalle diye uyarmışlardı, öyle oldu hakikaten. Çünkü birdenbire bir baktık koridor hani kendimizi dışarıda buluverdik.

 

ÖM: Evet VIP koridorundan, hakikaten çok hızlı ve de… Benim Kopenhag’daki iklim değişikliği zirvesinde gene polisle yüzyüze geldiğim çok kritik bir an vardı, Mahir de oradaydı gayet iyi hatırlıyor. Orada da polisle aynı şey böyle, devasa bir polis şefi karşımda buldum ve “kimliğini!” diye işaretle, hiç konuşmuyorlar, onlar konuşma zahmetine bile insanlara o değeri vermiyorlar, eliyle parmağıyla “kimliği ver!” dedi. Çok da komik bir şey oldu, benim yakın okuma gözlüğüyle karıştı kimlik çıkmıyor bir türlü, direnişten bu sefer içeri alacaklar. Adam böyle nazik ama sinirli bir şekilde zaten çelik mavisi gözleriyle bakan bir beyaz polis şefi o, apartheid günlerini insan hatırlamıyor değil, zorla

 

ME: Bizi gönderenlerin arasında kimse ayrımcılık olmasın ama beyazlar.

 

Mİ: Ama sanıyorum zaten BM’nin kendi polisiydi o değil mi???

 

ME: Evet kendi polisi olabilir doğrudur.

 

ÖM: Ama o adam sanıyorum Güney Afrikalı polis şeflerinden biriydi, işbirliği halinde çalışıyorlar BM’le, yani BM güvenliği Güney Afrika güvenliğine devrediyor. Adam benim kimliği de aldıktan sonra “yallah!” dedi. 2 ya da 3 kişiyi de kimliklerini vermedikleri için gözaltına aldılar bildiğim kadarıyla. Başka bir noktayı da tabii söylememiz lazım o da şu, kimliklerimizin alınacağı bir daha buraya giremeyeceğimiz de bize söylendi “giremezsiniz!” dediler. “Bundan sonraki toplantılara da katılamazsınız gibi, iklim toplantılarına BM’nin” dediler. Dolayısıyla bir miktar da azalma oldu, daha kalabalık bir grup olarak orada eylemde iken işgalciler bir kısmı bu hakkını kaybetmemek için çıktı. Bunu da açıkça tespit edip söylemek lazım.

?ME: Evet tabii, sonuçta bir 50 kişi kadardık zannedersem, herkes dışarıda bir ‘speaker’s corner’

 

ÖM: O işte işgal hareketinin, Durban işgal hareketinin yerleştiği çadırların olduğu yerdi.

 

ME: İşte çadırların olduğu yerde buluşuldu. Yani atılanlar kimliklerinden mahrum kalmayı göze alanlar sonuçta orada buluştular ve bir daha da içeri giremediler. Benim açımdan şöyle bakıyorum, benim için çok büyük problem değildi, zaten sürekli olarak içeride ne olduğuna ne bittiğine dair ki çok parlak şeyler de olmuyordu, son 2 gün böyle saatlerce sabahlara kadar görüşmeler devam etti. Bilmiyorum, biraz sinirlerini bozduk galiba?

 

ÖM: Evet, Mahir’in de kanaati bunun etkili olmuş olabileceğiydi.

 

Mİ: O ana kadar bir tren kazası bekleniyordu ama o gösteriden sonra ben etkili olduğunu düşünüyorum dışarıdan en azından çünkü tekrar bir gündeme geldi, bütün basında yer aldı.

 

ME: Sanki sonradan da bir şeymiş gibi, bayağı bir ümitsiz hava artık Durban’dan hiçbir şey çıkmayacak noktasına kadar gelinmişti. Sonra uzatıla uzatıla o toplantılar bir şekilde yani ne çıktı diyeceksiniz? Şimdi ‘Durban Platformu’ falan diyorlar ne demekse.

 

ÖM: Bence de çok bir anlamı yok ama...

 

MI: Ben öyle düşünmüyorum!

 

ÖM: Onun içinde yer almış olmak bizatihi tarihin yani beğendiğim bir gazetecinin bir sözünü kendime mal ettiğim bir şey “neden bütün bu savaşlarda hep gidip bakıyorsun nerede Ortadoğu’da, Afrika’da, Kongo’da savaşta, tarih tiyatrosunu ön sıradan seyretmeyi tercih ediyorum” diyor. Bende de aynı benzeri bir duygu var, yani gerek Kopenhag’da gerekse de Durban’da bu dönüşümün hissedildiği bir devrimci dalganın özellikle yeni neslin çok büyük bir öfke ve özgürlük dalgası var. Onun parçası

 

ME: Çok pardon, öfke deyince de şöyle bir şey var, bizde genelde şöyle bir fikir bir anlayış vardır, gençler, öfke falan deyince oraya buraya bağırıp çağıran, yani öfkesini diğer insanlara agresyon anlaşılır. Burada öfke derken biz şunu kastediyoruz, yani bu yapılanlara karşı şirketlerin tutumuna karşı, devletlerin tutumuna karşı bir öfke. Bireysel anlamda ya da davranışsal olarak bir öfke asla söz konusu değil yani yüksek sesle konuşma var ama onun haricinde bu öfkeyi, bizim anladığımız anlamda bir tezahürünü ben görmedim.

 

ÖM: Yok “öfkelenin!” anlamında, Essel’in her iki kitabında da Cumhuriyet Yayınları’ndan çıkan kitabında da açıkça söylediği bir “öfkelenin ve angaje olun” yani mücadele edin, yani o öfkeyi gördük ve çok müthişti gençler hakikaten değil mi, son derece etkiliydi. Ben sonra o yağmur altında ‘speaker’s corner’da ilk vardığımda da Kumi Naidoo’yla konuştum ve iki ilginç şey oldu orada, bir tanesi Mısırlı daha önce 350.org hareketinden tanışmış olduğum bir gece önceki toplantıda tanıdığımız Mısırlı bir genç kız vardı, onunla karşılaştık ve “özgürüm, özgürüm, nihayet özgürüm tanrım” gibi bir laf söyledi. “Çok haklısın, insanı özgürleştiren bir eylem bu, büyük bir rahatlama getiriyor” dedi.

 

ME: Gerçekten öyle yani bu lafın gelişi bir şey değil resmen insanın nefesi bir açılıyor.

 

ÖM: Nefes açılması oluyor evet. Zaten Kumi Naidoo da aynı şeyi söyledi yani özgürleştirici bir havası olduğunu söyledi. Onunla da küçük, çok meşguldü tabii Greenpeace’in orada örgütün de sorumlusu olarak ama gene de oturup bana bir mülakat verme lütfunda bulundu ama heyecandan doğru dürüst basmayı unutmuşum kayıt cihazına.

 

ME: Heyecandan hepimiz dağıldık zaten.

 

ÖM: Ama şey dedi “bunu başardık ve bu bedel küçük bir bedeldir çocuklar ve bir sonraki kuşaklar için. Bunu ancak bu şekilde halledebiliriz” dedi. “Peki umut var mı?” dedim bütün o şeyin içinden çıkarken “umut her zaman var” diye cevap verdi bana Kumi Naidoo.

 

ME: Ne güzel, bunu duymak lazım.

 

ÖM: Bir de sonrada bir de akşam tekrar yağmur altında gittik mumların arasında, onu da anlatsana ne olur?

 

ME: Mumların yakıldı. Orada birebir atılanlar değil etraftan ilgili olan dışarıdan insanlar da gelmişti, o da dikkatimi çekti. Çok da yağmur yağıyordu, ağaçların altında böyle park gibi bir yer düşün, tenteler yapmışlar, hatta o sırada yine tente kuruyorlardı bir yandan daha fazla insan gelecek diye. İnsanlar ellerine mum almışlar ve böyle bir sohbet havasında yani ateşin etrafına insanlar oturur ve eski zamanlarda böyle konuşurlar ya ve herkes birbirine fikrini soruyor ya da bir hanım vardı orada gazeteci, “ben apartheid dönemini de gördüm, gazeteciyim” dedi. İsmini hatırlamıyorum şu anda, o konuştu ve dedi ki “biz de, bunun değişeceğini asla dün düşünmezdim, o günlerin geçeceğini asla düşünmezdim ama işte oldu ve gözümün önünde oldu. Çok küçük de olsa adımlarla başlar bu işler” diye bir konuşma yaptı.

 

ÖM: Nelson Mandela’nın da ünlü laflarından biri sanıyorum yani “olana kadar imkansız zannedersin” diyor ki 27 sene hapiste yattıktan sonra olduğunu gören bir adamın sözü. Yanılmıyorsam o Güney Afrikalı kadın da aynı şeyi söylüyordu.

 

ME: Evet.

 

ÖM: Bir de gene yaşlı diyeyim, benim yaşlarımda bir hanım da “erken ayrılıyorum buradan, bizim kuşak size böyle bir rezalet bir dünya bıraktı ama ben bunun pişmanlığı içindeyim ve sizinle beraberim, müthiş bir iş yapıyorsunuz” dedi gençlere. “Şimdi eve gitmek zorundayım ama tekrar geleceğim, merak etmeyin buradayım” dedi.

 

ME: Öyle zaten bu yolun kenarında aslında bu park ve mesela arada bir orada işte ufak tefek de olsa 1-2 pankart da vardı, yani aşağı yukarı birazcık bilen dışarıdan ne olduğunu tahmin ediyor ve mesela kornalar çalanlar falan da oluyor geçerken, yani uzaktan da olsa bir destek, bir selam çakma babında.

 

ÖM: Galiba yavaş yavaş da bitirebiliriz. Buradan nereye gider fikrince olaylar? Kanada’nın Kyoto’dan çekilme şeyi, sinik bir açıklaması geldi.

 

ME: Öyle, bir yandan BM’ye göre, BM’nin kurallarına göre Kanada emisyonlarını azaltmak zorunda, ister Kyoto’ya katılsın ister katılmasın diye dün bir haber vardı, AP’de gördüm galiba ama yani bu sıkıştırma ne kadar olacak bilmiyorum.

 

MI: Zorunluluk yok galiba.

 

ME: Zorunluluk yok ama BM kurallarını hatırlatan böyle bir şey var.

 

MI: 2015’e kadar bu, yani Kyoto’dan çıksa bile bu 2015’e kadar yapılacak yeni anlaşma içinde Kanada’nın da yer alması gerekiyor eğer sözleşmeden de imzasını çekmeyecekse.

 

ME: Bir de onu yapar mı bilmiyorum.

 

MI: Yapar mı yapar.

 

ÖM: İçinde bulunduğumuz çağ artık post-uluslararası ilişkiler dönemi mi ne diyeyim, yani 1648’de taa ilk Mısırlılarla Hititliler arasından beri bilinen kural ahde vefayı da çiğnemek durumunda kaldıkları için, kendi sözünü, verdiği sözü çiğneyip attı Kanada. O yüzden yeni bir döneme giriyoruz ama heyecanlı bir gençlik kitlesi var.

 

ME: Var var ve eminim ki devam edecekler, biraz daha büyüyerek devam edecek bu hareket gibime geliyor. Şimdi 2015’e kadar bir şekilde böyle daha hukuki bir bağlayıcılığı olan bir şeye oturtmağa çalışıyorlar. Bakalım olacak mı? Ben açıkçası çok ümitli değilim, yani kısa dönem için, yani bu devletlerin biraraya gelip bu konuşmalarını sürme biçimini özellikle görünce insan açıkçası biraz ümitsizliğe kapılıyor.

 

MI: Ama şu da var burada bir ‘deus ex machina’ bir çözüm de olur mu o da belli değil, elimizde olan en iyisi de yine maalesef bütün şeylerine göre bu ve sizin orada yaptığınız eylemin de asıl işe yarayan kısmı ve siz biliyorum bana katılmıyorsunuz hocam ama diyorsunuz ki “herşey kopsaydı, oradan sonra yeni bir şey belki çıkardı” ama yine de öyle olmaması hani iklim meselesiyle ilgili bir çözüm ihtimalini hala masada oluyor olması bence olumlu.

 

ÖM: O işte aldığımız havaalanında keşfedip aldığımız 2012 baskılı kitapta da söylendiği gibi, kitabın adı ‘Üstte felç, tepede felç, altta herşey’ yani altta hareket. Odur, tayin edici nokta bu felç olmuş yöneticiler ve şirketlerin büyük boyunduruğu altında hiçbir karar alamayan perişan haldeki politikacılara karşı bu yükselen, biraz önce Mithat Sancar’la da konuşurken sözünü ediyorduk limanları kapatıyorlar çünkü limanların baş sahibi Goldman Sachs, işgalcilerin hedef aldığı da zaten o büyük şirketler zaten. Bu yol aynı şekilde devam edecek, dolayısıyla iyimser değil ama ümitli olmak lazım. Ümit zaten her zaman her an değişir karşımıza çıkar, iyimser olmamız için bir sebep yok ama ümitli olmamız için bence çok sebep var. Mehveş Evin çok teşekkür ederiz.

 

ME: Ben teşekkür ederim, ben daha ümitlenmeye çalışacağım.

 

ÖM: Daha bunları çok konuşma fırsatımız olacak, sen de epey Türk medyasında yazılarınla bunu çok canlı ve ayakta tuttun, o yüzden de çok önemli.

 

ME: Devam edeceğiz tabii çünkü en çok konuşulan şeylerden biri de şu herkes kendi ülkesinde sonuçta bu toplantılar oluyor ve hatta ara toplantılarla da yıl boyunca sürüyor, yani işin diplomatik kısmı böyle ama bir yandan herkes kendi ülkesinde kendi ülkesindeki karar vericilerin yaptığı ettiğini takip etmek gibi bir yükümlülüğümüz de var.

 

MI: Kesinlikle çok önemli nokta bu işte zaten eğer o iklim zirvelerinde bir şey olsun istiyorsak öncesinde bunun da olması lazım.

 

ME: Öncesinde burada olması lazım, öncesinde ne olduğunu bilmemiz lazım.

 

ÖM: Aynen öyle, buna da çok teşekkürler. Bitirirken de ‘Svikela Umhaba’ ya da ‘Gezegeni Kurtar’ diyoruz ‘siyabonga’ da diyoruz, onları öğrendik.

 

ME: Siyabonga’yı ben öğrendim.

 

ÖM: Afrika’dan bir şarkıyla da Angelique Kidjo’nun benim şahsen çok hoşuma giden bir şarkısıyla da bu işi bitirebiliriz herhalde hepinize günaydın.