Merhaba herkes. Sunucu B.J. Cunningham’ın beni tanıtırken söylediği torun meselesini çok önemsiyorum. Yani sadece herkes çocuğunu ve/ya torununu sevdiği için değil; aynı zamanda gelecek kuşakların hakları açısından çok ciddi sorunlarımız olduğu için de önemli bu ‘torun’ meselesi.
Şöyle bir şey var, mesela iki gün önce gazetelerde yer alan bir haberde Kuzey kutbunda buzların yazları eriyip tamamen ortadan kalkmasının en geç 4,5-5 sene sonra gerçekleşeceği yolunda bir rapor yayımlandığı haberi vardı. Bu haber doğru ise, ki NASA bilim insanları söylediğine göre doğru demektir, işimiz kötü... Mesela İklim bilimci Jay Zwally, “bunca yıldır bu konuyla uğraşıyorum, hayatta böyle bir şey görmedim,” demiş. Bu demektir ki, benim torunum 12 yaşına geldiği, yani bir “yeni yetme” olduğu zaman, artık tek kutuplu bir dünyada yaşayacak demektir. Şimdi bunun anlamı üzerinde biraz düşünmemiz lazım. Sizin bu güzel toplantınızın keyfini biraz kaçırma pahasına söylüyorum bunları, ama galiba çok düşünüp taşınma zamanının geldiği, hatta geçmek üzere olduğu bir noktadayız. Bunu açıkça söylemem lazım...
Yani kuzey kutbundaki buzların tümüyle ortadan kalkması demek, uzaydan bakıldığı ve uydu fotoğraflarıyla görüntülendiği zaman, dünyanın artık tek kutuplu bir gezegen olduğu anlamına geliyor bu. Mesela, biz üniversitede uluslararası ilişkiler teorisinde bunları anlatırken öğrencilere, ABD’nin o büyük gücüyle tek kutuplu bir dünya yarattığı gibi bir metaforik söylem kullanıyorduk. Halbuki şimdi bir metafor, bir benzetileme değil artık sözkonusu olan: Doğrudan doğruya tek bir kutbun olduğu, Kuzey Kutbu’nun bulunmadığı bir dünyada yaşıyor olacağız. Bunun ne önemi ve anlamı olur diyeceksiniz belki: Yani “belki kutup ayıları yok olur, bu da kötü birşey, ama o kadar işte” diye düşüneceksiniz... Ne yazık ki, tam öyle değil aslında. Çünkü eskiden madencilerin kullandığı bir deyimle ‘madendeki kanarya’nın verdiği işaret sözkonusu... Yani eskiden grizu patlamalarına karşı önlem olarak kanarya tutarlarmış madenlerde yeni teknolojik aygıtlar yokken. Ve o ölürse, o çok hassas kanarya düşerse hemen orayı terk etmek gerekiyor. Çünkü patlayıcı bir gazın açığa çıktığı anlamına geliyor bu – tehlike var!
İşte kutuplar da, gerek Kuzey Kutbu’ndaki, gerekse de Güney Kutbu’ndaki buzullar da, aslında ‘madendeki kanarya’ anlamına geliyor. Gene NASA’dan bir bilimadamının söylediğine göre “madendeki kanarya ölmüş” durumda.
Biz bugün de dahil olmak üzere, her gün, 70 milyon ton karbondioksit boca ediyoruz atmosfere: O incecik tabakalı, dünyayı bir tül gibi örten, aslında çok büyük zannettiğimiz, katiyen büyük olmayan, incecik bir tül tabakası olan atmosfere her gün 70 milyon ton zehirli gaz atıyoruz. Sadece yaşayarak yapıyoruz bunu! Bu krizin temel sebebi de biziz, bizden başkası değil. Jay Zwally “kanarya öldü” demiş, yine NASA’dan bir başka bilimadamı olan Scott Lutchke de, “artık yeni bir çağa girdik!” diyor. Yani anlatmaya çalıştığım şu; 5 yıl sonra başka bir gezegende olacağız... Ben bu 5 yıl meselesini gerçekten düşünmekte güçlük çekiyorum. Mesela Al Gore’un ünlü filminde -“Uygunsuz Gerçek” diye Türkçe’ye çevrildi, ama “işimize gelmeyen” gerçekleri anlatıyordu o filmde- daha 2070’e kadar bunun gerçekleşmeyeceği söyleniyordu; ama bir yıl içinde 40 yıl geri gitti ve işte şimdi de 4,5-5 yıla yaklaştığını görüyoruz!... ve Scott Lutchke de diyor ki “yeni bir çağa girdik”.
Nedir bu yeni çağ? Dünya yüzünde ilk defa milyonlarca, hatta milyarlarca yıldan beri, tek bir türün, insan türünün iklimi değiştirebileceği, iklimi yaptığı, iklimin efendisi olduğu bir çağa giriyoruz ve bu çağ artık ‘antroposen’ diye adlandırılıyor, yani ‘insan çağı’. Bu jeolojik çağlar içinde çok büyük bir değişiklik ve şunu da söyleyeyim, Kuzey Kutbu’nun ve kutupların en büyük önemi sadece kutup ayılarının neslinin tükenmesi ya da orada binlerce yıldır yaşamakta olan İnuitlerin ve Eskimoların bütün hayat tarzlarını kaybetmesi meselesi değil sadece. Doğal bir klima görevi yapması açısından çok önemli esas olarak; kutuplar dünyayı serinletiyor. Ama şimdi bilim insanlarının söylediği bir başka olayla, artı geri besleme (positive feedback) olayıyla karşı karşıyayız. Doğrusal (lineer) değil, patlamalarla olacak eksponansiyel değişmelerin olacağı bir dünyaya doğru gidiyoruz ve bunun önemini bilmiyorum nasıl anlatabilirim.
Konumuza ilişkin bir tek örnek verebilirsem, şöyle bir şey söylemek istiyorum: Büyük Amerikan yazarı William Faulkner’ın, yanılmıyorsam Ağustos Işığı adlı eserinde, çok büyük bir hata yapan bir roman kahramanının düşüncesini, o derin, güneye özgü edebi üslupla anlattığı bir yer var; romanın kahramanı zamanı tamamen geri çevirebilmesi mümkün olsun istiyordu deli gibi, ama bir yandan da içten içe biliyordu ki asla değiştiremeyecek, yani olan olmuş çünkü, yapılan yapılmış ve geçmiş bitmiş... Ben bu raporları, birbiri ardından gelen ve neredeyse sonsuz sayıda artan bu tehlike raporlarını biraz da bu Faulkner kahramanının o yarı-çaresizlik duygusu ile karşılıyorum. Yaklaşan felaketin sebebi doğrudan doğruya biziz...
Bu noktada tek bir örnek vermek istiyorum: Şirketlerin ‘olayı’ kişiselleştirerek ‘marka’ adı altında kendilerini sunduklarını ve bu marka durumunu ortaya koyan, vurgulayan çeşitli imajlara başvurduklarını görüyoruz. Aslında kendilerini meşru kılmak için, günün modasına da uygun olarak, çok çevreci, ‘yeşilci’ imajlar getiriyorlar. Bu örneği, konumuz markalar olduğu için getirdim ortaya. Tek bir örnek vereceğim, BP şirketi, dünyanın en büyük ikinci petrol şirketi olan British Petroleum şirketi aslında yeni bir imaj denemesine, yeni bir markalamaya gitti, rengi de yeşildi zaten, logosunu da değiştirip çiçekli, ayçiçekli birşeye dönüştürdü. Şirketin CEO’su olan John Browne -sonradan da şirkete büyük katkılarından dolayı soylu unvanı verilen ve Lord Browne olan kişi - şirketinin Kyoto Protokolü’nde getirilen bütün kısıtlama hedeflerinin de ötesine geçeceğini dünyaya ilan etti. Bunun etik gereği, ahlak gereği olduğunu, büyük şirketlerin de dünyanın çevresini, dünyayı, doğayı gelecek kuşaklar için korumak gerektiğini söylüyordu Lord Browne. Bunun için de 1999’da kendisine resmen ödül verildi Dünya Günü’nde. Ayrıca, bu şirketin imaj pazarlayıcıları, marka yapıcıları, BP’nin ‘ilerici, performanslı, yeşil ve yenilikçi’ olduğunu belirttiler. Ünlü marka uzmanı Clay Timon tarafından da vurgulandı bu hususlar. ‘Marka sürücüsü’ (brand driver) diyorlarmış bu şekilde geliştirilen kavramlara.
Ama, bunlardan farklı bazı durumlar var ne yazık ki. Keşke dedikleri gibi olsaydı diye düşündüren başka gerçeklikler var ortada. Aradaki çelişkileri geçiyorum, yani BP’nin Alaska’da Prudhoe Bay’deki boru hatlarındaki sızmadan meydana gelen büyük kirlenmedeki sorumluluğunu filan geçiyorum. Bir tek şeyi vurgulamak istiyorum sadece: son dönemde Kanada’nın Alberta eyaletindeki yoğun petrol arama faaliyetlerini...
Irak savaşından dolayı petrol fiyatları yükseldiği için, eskiden ‘feasible’ olmayan, petrol çıkarılması ucuz olmayan, kolaylıkla çıkarılamayan başka yataklar, mesela Alberta’nın ‘kum petrolleri’ni çıkartma faaliyetlerini... Petrolcüler buna ‘oil sands’ adını veriyormuş, yağlı kum diyebiliriz ya da kum petrolleri. Bitumen (ya da bitüm) denen yağlı, yapışkan bir maddeyi çıkarmak artık kârlı olabiliyor, yükselen petrol fiyatları sayesinde. Dünyanın bütün petrol devleri, başta ExxonMobil, sonra Total olmak üzere bütün devler, 8-9 milyar dolarlık yatırımlarla buraya gittiler ve bunlara son olarak da BP kumpanyası katıldı ki, ‘ihtiyat ilkesi’ adını verdikleri bir şeye göre, yani çevreye zarar vereceği kesin olmasa dahi, ihtimal varsa bile mutlaka önlem alınmasının gerektiğini söyleyen de bizzat Lord Browne’du, BP’nin eski başkanı. Lord Brawne artık görev başında değil, ayrıldı, fakat BP şirketi şimdi Kanada’daki filiyalini, kendisine bağlı şirketi de satın alarak muazzam yatırımlarla oraya gitti. Bunun anlamını kavramanın ancak ayrıntılı olarak incelemekle mümkün olabileceğini söyleyeyim... Detaya giremeyeceğim, fakat şu kadarını söyleyeyim ki, bu bitumen denen ziftten, katrandan petrol elde etmek için kullanılan iki yöntem de normal yollarla petrol elde etmenin 3-4, bazı durumlarda 5 katı çevre zararına yol açıyor. Son derece enerji yoğun bir teknoloji bu. Aynı zamanda son derece su yoğun. Yani uzaydan görülebilecek büyüklükte kirli su atıkları meydana getiriyor, büyük ölçüde arsenik barındırıyorlar. Ve mesela bölgede yerli halklarda hiç görülmemiş türde kanserlere yol açtığı ortaya çıkıyor. İki katlı binalardan büyük iş makineleri, damperli kamyonlar kullanıyorlar. Toprağı resmen pişirmek, yöntemlerden bir tanesi oluyor...
Yani bunun biraz önce konuşmanın başında anlatmaya çalıştığım büyük küresel ısınmaya, küresel iklim felaketine yol açabilecek yepyeni bir yöntem olduğundan, belki de dünyanın en büyük iklim ve çevre suçunu teşkil ettiğinden emin olabilirsiniz. Dünyanın bütün petrol şirketleri yeşilci, ilerici, inovatif, yenilikçi olduklarını söylüyorlar. Ben özellikle BP’yi örnek aldım, ama BP elbette tek örnek değil, istisna bile sayılmaz... Hepsinin de bu şekilde ‘sosyal sorumluluk’ adı altında aslında sadece kendi meşruluklarını arttırıcı yöntemler kullandığını söyleyebiliriz. Bu işten son derece büyük zarar görecek olan halk kitlelerinin, hatta gelecek kuşakların, doğmamış kuşakların haklarını çiğnemekte olduklarından, kendilerini sempatik göstermek için böyle yöntemler kullandıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz, maalesef bu bir gerçek.
Şimdi Sayın Ayşegül Yürekli’nin* benim konuşmam için koyduğu başlığa uyacak bir şey söylemek istiyorum; evet, elimde bir manifesto var. “Kapitalizm Krizde” diye başlıyor bu manifesto. Enron şirketinin büyük yıkımıyla ortaya çıkan büyük rezaletten sonra kaleme alınmış bir manifesto bu. Diyorlar ki yazarları; “Bencillik kültürü bu. Enron’la çıkan felaket aynı zamanda buzdağının, o kara buzdağının küçük bir tepesinden ibarettir. İş âlemini de mahvedecektir bu bencillik kültürü...” Büyük şirketlerin mantrası gibi birşey vardı: “Bir dalga yükseliyor ve bu dalga bütün tekneleri birden yükseltir” deniyordu. Ama aslında böyle değildir: Rasyonalize etmek, gerekçelendirmek için yaptığımız şeyleri sonunda nalıncı keseri gibi kendine yontar bütün bu şirketler. Sonunda, dünyanın yarısının, 3 milyar insanın açlık çektiği, yoksul olduğu, bir durum var ortada. ABD’de her 6 çocuktan 1’inin resmen yoksul kategorisine girdiği, işgücünün %26’sının yoksulluk sınırında olduğu ve hane halklarının %30’unun, yani 1/3’ünün 10 bin doların altında yıllık gelir kazandığı bir durumdan bahsediyoruz!
Kısacası, “kapitalizm krizdedir ve bu böyle devam edemez” diyor manifesto. Bu bir çevreci manifestosu, komünistlerin, anarşistlerin manifestosu değil. Bu manifestoyu kaleme alanlar dünyada, iş dünyasıyla ilgili olarak en çok sözü dinlenen saygın insanlardan oluşuyor –Sona sakladım sürpriz unsuru olsun diye, belki de siz biliyordunuz: Robert Simons, Harvard Üniversitesi’nden, Oxford Üniversitesi’nden Kunal Basu ve Kanada’nın McGill üniversitesinden Henry Mintzberg’in ortaklaşa kaleme aldıkları bir manifesto. Dolayısıyla, bu manifesto benim değil; bizzat ticaret ve iktisat gurularından, kapitalizmin gurularından geliyor...
Sonuç olarak, tabii ki iyi örnekler de var, vaktim olsaydı size dünyanın çok istisnai, belki de tek örneği olan ‘Interface, Inc.’ şirketinin hikâyesini anlatmaya çalışır, dünyanın en büyük yer halısı şirketinin CEO’su Ray Anderson’ın muazzam çabalarını söylerdim ama maalesef vakit olmayacak. Dünyada sosyal sorumluluk konusunda gerçekten hamle eden, bu konuda çevreye ve dünyaya yıkım getirme olgusuna, madem ‘ben yapıyormuşum, bunu düzeltmeliyim’ diye bir paradigma değişikliği ile yaklaşan en büyük istisnalardan biri Ray Anderson’un ‘Interface’ adlı şirketi, ona bakabilirsiniz internetten...
Özetle söylersek, sosyal sorumluluk ve şirketlerin çabaları açısından durum pek parlak değil. Financial Times’ın bir kaç ay önceki bir yazısında gördüm, şirketler için hiçbir şekilde küresel ısınma ve iklim krizi bir öncelik taşımıyormuş, çok daha büyük öncelikleri varmış onların, imaj yaratma vb. gibi. Financial Times için yapılan araştırmadan bu sonuç çıkıyor. Bence bu anlayış çok yanlıştır ve bu bizi bitirir sonunda. Bu anlayışın değişmesi için ben bulabildiğim her platformda konuşuyorum zaten.
Konuşmamıza çocukla başladık, çocukla bitirecek olursak, şöyle bir şey söyleyeceğim; çocuk denince hepimizin kalbi titriyor, çok acayip kıpırtılar oluyor, ama hepimiz sahtekârız aslında. Aslında yalan söylüyoruz ve çocuklarımızı sevdiğimiz filan da yok. Bu kadar para harcıyoruz onların eğitimi için, onlar için bu kadar zaman harcıyoruz, bu kadar enerji veriyoruz, geceleri kalkıp üstlerini filan örtüyoruz, bu kadar sevgi halesi ile kuşatıyoruz onları ve ondan sonra da onları yok edeceği artık kesinkes, bilimsel olarak ispat edilmiş bir felaketle yüzyüze oldukları halde bunu umursamıyoruz bile...
Hepinize teşekkür ederim.
(Ömer Madra’nın Marka 2007 Konferansı kapsamında 14 Aralık 2007 tarihinde İstanbul’da Çırağan Sarayı’nda yaptığı konuşma’nın metni.)
Konuşmayı deşifre eden: Dilek Hepgüler
Ayşegül Yürekli, Marka 2007 Konferansı'nı düzenleyen Yürekli Eğitim ve Danışmanlık A.Ş'nin kurucusu ve yönetim kurulu başkanıdır.