1 Temmuz 2007
Bizler – yani insan türü – bir karar alma anına ulaşmış bulunuyoruz. Türlerden biri olarak sahiden bilinçli bir seçim yapabileceğimiz hayali, şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş, hatta gülünç birşey; ama ne yazık ki, yüzyüze bulunduğumuz şey tam da bu işte.
Evimiz – yani yeryüzü – tehlikede. Mahvolma tehlikesi içinde bulunan şey gezegenin kendisi değil, onu insanlar için yaşanabilir kılan koşullar.
Eylemlerimizin sonuçlarını katiyyen idrak etmeksizin, dünyamızı saran o incecik hava kabuğunu öyle çok karbondiyoksitle doldurmaya koyulduk ki, Dünya ile Güneş arasındaki ısı dengesini resmen değiştirdik. Bu işe en kısa sürede son vermezsek, ortalama dünya sıcaklığı insanların şimdiye dek hiç görmediği düzeylere çıkacak ve medeniyetimizin bağlı olduğu o elverişli iklim dengesini sona erdirecek.
Son 150 yıl içinde gittikçe artan bir cinnet hali içinde, giderek daha büyük miktarlarda karbonu – esas olarak kömür ve petrol halinde – topraktan söküp çıkartarak ve onu çeşitli biçimlerde yakarak, Dünyanın atmosferine her 24 saattte 70 milyon ton CO2 boca etmekteyiz.
En azından bir milyon yıldan beri milyonda 300 parçacık seviyesinin üstüne asla çıkmamış olan CO2 yoğunlukları, kömüre hücumun başladığı yıllarda milyonda 280 parçacık seviyesindeyken, bu yıl milyonda 383 parçacık seviyesine yükseldi.
Bunun doğrudan sonucu olarak, birçok bilim insanı, geri dönülmez bazı eşik noktalarına doğru gittikçe yaklaştığımız konusunda şimdi bizi uyarıyor: öyle ki, bu eşikler aşıldığında, gezegenin insan medeniyeti için uygun olan koşullarına geri döndürülmez zararlar gelmesini önleme imkânımız – 10 yıl içinde – ortadan kalkabilir.
Sadece son birkaç ay içinde yayımlanan yeni araştırmalar – gezegenimizin kendisini soğutmasına yardımcı olan – Kuzey Kutbu buz örtüsünün, en karamsar bilgisayar modellerinin öngördüğünden üç kat daha hızlı bir şekilde erimekte olduğunu ortaya koyuyor. Eğer önlem almazsak, yaz mevsimi buz örtüsü 35 yıl gibi kısacık bir süre içinde tamamen ortadan kalkmış olabilecek. Bilim insanları aynı şekilde, gezegenin tam öteki ucunda, Güney Kutbu yakınlarında Batı Antarktika’da karların erimesinin Kaliforniya eyaleti kadar geniş bir alana yayılmış olduğunun yeni kanıtlarını buldular.
Bu, siyasi bir mesele değil. Bu, insan medeniyetinin ayakta kalmasını etkileyen bir ahlâki mesele. Sağ mı sol mu, meselesi de değil bu. Doğru mu yanlış mı meselesi. Basit bir şekilde söylersek, gezegenimizin yaşamaya elverişli şartlarını ortadan kaldırmak ve bizimkinden sonra gelecek bütün kuşakların umut ve beklentilerini yıkmak yanlıştır. [...]
Şimdi biz – hepimiz – evrensel bir tehlikeyle yüz yüzeyiz. Tehlike bu dünyanın dışından gelmiyor, ama gene de kozmik ölçekte bir tehlike.
Şu iki gezegenin hikâyesine bir göz atalım isterseniz. Dünya ve Venüs neredeyse tamamen aynı büyüklüktedir; ayrıca, ikisi de neredeyse tastamam aynı miktarda karbon barındırırlar. Aralarındaki fark, Dünya’daki karbonun – son 600 milyon yıl içinde çeşitli yaşam biçimleri tarafından – toprağa gömülmüş, Venüs’teki karbonun büyük kısmının ise atmosferde birikmiş olmasıdır.
Sonuç olarak, Dünya’da ortalama sıcaklık gayet latif bir 16º C iken, Venüs’te ortalama sıcaklık 463º C. Doğru, Venüs güneşe bizden daha yakın, ama hata yıldızımızda değil; Venüs, güneşin hemen yanıbaşında olan Merkür’den ortalama üç kat daha sıcak. Mesele karbondiyoksitte.
Bu tehdit, bizim de ortak bağımızı idrak ederek birleşmemizi gerekli kılıyor. Bireyler de çözümün bir parçası olmak zorunda. [...]
Ama bireysel eylemlerin de hükümetlerin eylemlerini biçimlendirmesi ve harekete geçirmesi gerekli. Burada Amerikalıların özel bir sorumluluğu var. Amerikalıların bir kez daha bir araya gelip hükümeti küresel bir mücadeleye doğru yönlendirmesi gerekli. Amerika’nın liderliği, başarının önkoşullarından birini oluşturuyor.
Bu amaçla, önümüzdeki iki yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri’nin bir uluslararası antlaşmaya katılmasını talep etmeliyiz; gelecek kuşağın zamanında sağlıklı bir dünya devralabilmesi için küresel ısınma kirlenmesini gelişmiş ülkelerde yüzde 90, dünyanın geri kalanında da yüzde elli oranında kısmayı öngören bir antlaşmaya ABD taraf olmalı.
Bu antlaşma yeni bir eforun göstergesi olacak. Clinton döneminde Kyoto Protokolü’nün görüşmelerini götürmüş olmaktan dolayı gurur duyuyorum. Ama, bu protokol ABD’de öylesine yerin dibine batırıldı ki, muhtemelen burada hiçbir zaman onaylanamayacak. Zaten, çok daha sıkı şartlar öngören yeni bir iklim antlaşması üzerinde görüşmeler pek yakında başlayacak.
Dolayısıyla, bundan sonraki ABD başkanı, yeni ve çok daha sıkı bir iklim değişikliği antlaşmasını hemen imzalayıp onaylamaya odaklanmalı. Bu küresel antlaşmayı 2009 yılı sonunda tamamlamayı hedeflemeliyiz – yoksa, şu anda planlandığı gibi 2012’yi bekleyemeyiz.
Eğer 2009 başında ABD’de, küresel ısınma kirlenmesini azaltmayı hedefleyen bir rejim yürürlükte olursa, endüstri sektörüne bir hedef verir, karbon salımlarını keskin biçimde azaltacak araç ve esnekliği de sağlarsak, o zaman yeni bir antlaşmayı hızla yapıp onaylayabiliriz. Nihayet, gezegen bakımından bir olağanüstü hal durumu var ortada.
Böyle yeni bir antlaşma, eskisinde olduğu gibi ülkeler için gene farklılaştırılmış yükümlükleri öngörecektir gene; ülkelerin küresel ısınma sorunundaki tarihi payları ya da bu soruna katkı payları ve değişiklik yapma yükünü taşıyabilme konusundaki görece kapasiteleri gözönüne alınarak farklı yükümlülükleri yerine getirmeleri istenecektir. Bu, uluslararası hukukta çoktan yer etmiş bir emsal teşkil ettiği gibi, zaten sorunu çözmenin başka bir yolu da yoktur.
Bu emsal durumunu çarpıtıp saptıracak, yabancı düşmanlığı ya da yerel hakları koruma bahanesiyle, her ülkenin aynı kritere bağlanması gerektiğini söyleyecek olanlar çıkacaktır elbette. Ama, bizim gayrisafi yurt içi hasılamızın birine sahip olan ve geçmişte bu krizin çıkmasına neredeyse hiç katkıda bulunmamış olan ülkeler, ABD ile aynı ağırlıkta yükün altına mı sokulacaklardır? Liderliği ele alamayacak kadar çok mu bu korkuyoruz bu meydan okumadan?
Çocuklarımızın, kendi gelecekleri –hatta tüm insan medeniyetinin geleceği– muallakta iken daha yüksek bir standarda bağlı kalmamızı bizden istemeye yerden göğe hakları vardır. En seçkin bilimsel kanıtları sansürleyen, ufukta belirmiş felaket konusunda bizi uyarmaya çalışan dürüst bilim insanlarını canından bezdiren bir hükümetten daha fazlasını hakediyor onlar. Ortalıkta kelle gezdirip –tehlike gitgide daha büyük bir hızla üstümüze gelirken– insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük sorunla başetme konusunda en ufak bir çaba göstermeyen politikacılardan da daha iyisini hakediyorlar.
Asıl yapmamız gereken, bu büyük meydan okuyuşun bir parçasını oluşturan fırsatlar üzerinde odaklanmak. Temiz bir enerji geleceğinin ortaya çıkardığı muazzam ekonomik fırsatlardan yararlanmak isteyecek şirketler bunların üstüne atlayınca, yeni istihdam ve kâr olanaklarının ortaya çıkacağı şüphesizdir.
Ama, doğru şeyi yapmakla bundan daha da değerli birşey kazanma imkânı doğacaktır. İklim değişikliği, tarihte pek az nesle nasip olmuş olan bir deney yaşama fırsatı sunuyor bize: Bir nesle ilişkin bir misyon; zorlu bir ahlâki görev; peşinde koşulacak ortak bir dava; ve bir de, şartların zorlaması sonucu bütün o küçük hesapları, siyasi didişmeleri filan bir yana bırakıp, sahici bir ahlâki ve manevi davayı benimsemenin o keyifli heyecanı.
Al Gore, 1993-2001 döneminde ABD başkan yardımcısı, Alliance for Climate Protection (İklimi Koruma İttifakı) adlı kuruluşun başkanı. Son kitabı, The Assault on Reason adını taşıyor.
Metni kısaltarak Türkçe’ye çeviren: Ömer Madra