Ömer Madra'nın Biyoetikte Yeni Ufuklar Kongresi'nde yaptığı konuşmanın tam metni:
25 Kasım 2010
Sevgili Dostlar,
Genellikle radyodaki programlarda da, böyle panellerde de son derece iç karartıcı tablolarla konuşup dinleyiciyi kaçırdığım biliniyor. Bu sefer öyle davranmayıp biraz komiklik yapmayı deneyeyim bari. Hiç olmazsa ilk 1-2 dakika için...
Dünya üzerindeki canlılar olarak halen hepimizin içinde bulunduğu genel durumu en iyi şekilde anlatmak için tek bir kelime kullanmamıza izin verilmiş olsaydı eğer, benim –şair Cahit Sıtkı’nın da izinden giderek– seçeceğim, şu hüzünlü ve güzelim güz mevsimine de mükemmelen uygun düşen bir sembol olurdu: Ayva!
Evet, ayva. Hani çoğu kez ilk ısırıkla birlikte insafsızca insanın boğazında bir yere takılan ve bir daha asla bir yere kıpırdamayacakmış gibi duran o haşin lokmanın verdiği tarifsiz sıkıntı, ancak en yakında bulabildiğimiz insanlara sırtımızı zorla pat küt yumruklatmak suretiyle, büyük zorlukla atlatılabilir – o da atlatılabilirse tabii! Herhalde ayva metaforu da, bu acı tecrübeyi ilk yaşayan atalarımızdan bize miras kalmış olsa gerek. Ve, ne yazık ki, olaylardan ders çıkartma diye bir davranış özelliğini geliştirmeyi başarabilmiş bir canlı türü olmadığımız için, “baksanızca canım ne kadar sulu ... artık bu sefer kat’iyyen olmaz” diyerek her seferinde yine, yeniden, yeni bir ısırık – hart! Ve hemen ardından – pata küte: sırta!
Yani, şunu baştan söylemekte fazla sakınca yok sanki: Ayvayı henüz tümüyle yemiş değilsek eğer, topyekûn yemek üzere olduğumuz, bilimsel açıdan artık tartışma götürmez bir hakikat olarak önümüzde duruyor. Üstelik, şunu da unutmayalım ki, ayvanın bir başka işlevi daha vardır, hafif silah olarak kullanıldığı da vakidir. Benim kuşağımın futbol meraklıları belki hatırlayacaktır: Eskiden, maçlarda hakeme ve rakip takım oyuncularına ayva atılırdı tribünlerden: Sahalarımızda görmek istemediğimiz hareketler. Bu hareketlerde kullanılan “yabancı madde”ler…
Çelebi, bizde de böyle olur komiklik dediğin. Güldüremediysek affola. Söyleyeceklerimin bundan sonrasını korkarım hiç de komik bulmayacaksınız... Uyarmadı demeyin lûtfen.
***
Sevgili dostlar,
Küresel iklim değişikliği ve küresel ısınma fenomenini, bundan neredeyse çeyrek yüzyıl önce, olanca duru ve sakin bir dille biz yeryüzü sâkinlerine net olarak anlatan kişi NASA’dan James Hansen idi. Dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden biri, belki de birincisi olan Dr. Hansen, bundan tam bir yıl önce, naçizane kanaatimce magnum opus’u olan kitabı yayımladı. Adı: Torunlarımın Fırtınaları. Kitabın ikinci başlığı da şöyle: Kapımıza Dayanan İklim Felaketi Gerçeği ve İnsanlığı Kurtarmak İçin Son Şansımız. Kitap şu cümlelerle açılıyor:
“Yeryüzü Gezegeni, yani bütün âlem, medeniyetin serpilip geliştiği dünya, iklim kalıplarına ve sabit sahil çizgilerine âşinâ olduğumuz o dünya, şimdi çok yakın ve büyük bir tehlike altında. Durumun ne kadar âcil olduğu, ancak şu son birkaç yıl içinde berraklaştı. Şimdi artık elimizde [...] krizin açık ve net kanıtları mevcut [...] Vardığımız sarsıcı ve ürkünç sonuç şudur:Yeryüzündeki tüm fosil yakıtların sonuna kadar kullanılmasına devam edilmesi, yalnızca gezegendeki diğer milyonlarca canlı türünü tehdit etmekle kalmıyor, bizatihi insanlığın ayakta kalmasını da tehlikeye atıyor – ve önümüzdeki süre, düşündüğümüzden daha da kısa.” (Hansen: 2009; s.ix)
Şimdi, bu müthiş âciliyetin nereden kaynaklandığını, iklimde devrilme noktalarının ne kadar yakın, onların ötesinde iklimin nasıl tamamen kontrolümüzden çıkacağını, devrilme noktalarına götüren yükseltici geri besleme olaylarını [mikrofon hoparlöre yakın konduğunda, mikrofonun kaptığı en ufak sesi yükselten hoparlörün yükselttiği sesi yeniden kapan mikrofonun yükselttiği sesi yine kapan mikrofonun amplifikasyonunu gene hoparlörün kapması ve mikrosaniyede ortaya çıkan dayanılmaz cayırtıyı, biz radyoda arda bir yaşıyoruz] ve kontroldan çıkacak iklim dinamiğinin gökte ve yerde ne korkunçluklar yaratacağını tekrarlamaya gerek yok. (Mikdat Kadıoğlu mükemmelen özetledi zaten.)
***
Ama, mutlaka sözü edilmesi gereken çok önemli bir de ikinci boyutu var işin. Krize aynı derecede etkide bulunan. Tabiri mazur görürseniz, “yeşil badana” olayından bahsediyoruz. Yine şairin renkleriyle konuşursak:
Ayva sarı,nar kırmızı,sonbahar...
Her gün biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze, ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar...
Yani, yeryüzünün bütün “bahçelerini tarumar” eden şey, aslında hükûmetlerin, siyasi karar alıcıların söylemleri (diskurları) ile gerçek dünya arasındaki inanılmaz farktır. Söylemle eylem arasında neredeyse hiçbir bağ yok desek yeridir. Siyasi liderlerin, başbakanların, çevre bakanlarının, belediye başkanlarının vb. hemen hemen tamamı sabahtan akşama ne kadar yeşilci, ne kadar çevreci olduklarını söyleyedursunlar, darmaduman olmaya giden iklimi istikrara kavuşturmak ya da çevreyi korkunç bir yıkımdan korumaya yönelik olarak parmaklarını dahi kıpırdatmıyorlar. Ve bu dünyanın her yerinde böyle. Evet, maalesef, Türkiye’de de... Açıkçası, gerçekten trajik bir durumla karşı karşıyayız.
Peki trajedi nerede? Şurada: Çevreye ve iklime istikrar sağlayamaya yarayacak tüm önlem ve eylemler pekala gerçekleştirilebilir (feasible) şeyler olduğu gibi, buna ilaveten her açıdan da “getirileri” olacak şeyler. Getiriler derken, siz hastalıkların azaltılması deyin, ben güvenliğin artması diyeyim; siz ekonomi ve istihdamda canlanmadan söz edin, ben de demokrasinin güçlenmesinden bahsedeyim. Ama o zaman nasıl oluyor da böylesine elzem önlemlerin bir teki bile alınamıyor? Bunun anlaşılabilir bir yanı olabilir mi? Cevap, ne yazık ki, evet. Olabilir tabii ve trajedinin özü de tam orada yatıyor işte. Meramımızı anlatmak için sadece iki kelime yeter: Özel Çıkarlar. Küresel ısınma sorununun çözümü önünde duran en büyük engel de işte bu iki kelime ile özetlenebilir. Paranın politika üzerinde oynadığı öldüresiye güçlü rol bu bir çift kelimede yatıyor: Toplumsal çıkarlardan değil, özel çıkarlardan bahsediyoruz.
Küresel ısınma konusunda bilimin ortaya koyduğunu bizim gibi sıradan insanlara anlaşılır bir dille anlatmayı ilk beceren kişi, yazar, gazeteci ve aktivist Bill McKibben oldu. Mckibben, Doğa’nın Sonu adlı o olağanüstü ilk kitabından 21 sene sonra şimdilerde çok etkileyici yeni bir kitap yayımladı: Eaarth. (Schwarzenegger’ın Terminatörü gibi telaffuz edilecek!) Türkçe’ye “Yerryüzü” diye çevirmeliyiz herhalde. Naçizane, acayip önemli olduğunu düşündüğüm bu kitapta son derece ilginç bir istatistiksel veri var: Dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük 12 şirketin 6’sı fosil yakıt (petrol, kömür, doğalgaz) tedarikçisi, dördü otomobil ve kamyon yapıyor, biri de, adından da anlaşılacağı üzere, enerji sektörü ile çok yoğun ilişkisi olan General Electric şirketi... Sadece fosil yakıt satın almaya dünyanın toplam Gayri Safi Hasılasının yüzde 10’u gidiyor; geriye kalan yüzde 90’ın da neredeyse tamamı bu nesnenin yakılmasına harcanıyor! (McKibben: 2010, s. 30)
O zaman da bu şirketlerin azami kâr hırsından başka hiçbir şeyin kıymet-i harbiyesi kalmıyor dâr-ı dünyada. Yerryüzündeki her şey, bu özzel çıkarların ağırlığı altında eziliyor, iyi mi?
Hayır, iyi değil. En azından biz sıradan vatandaşlar için iyi birşey değil bu. Çünkü, iklim değişikliği ve küresel ısınma konusunda köklü değişiklik yapacak politikaların kararları, bilimin ve vatandaşların bilgisi dışında, ve büyük çoğunlukla özel çıkarların kurduğu paravan kuruluşların tamamen kasıtlı olarak yavrulayıp büyüttüğü dezenformasyon ve yanlış bilgilendirme kampanyalarının etkisi altında alınıyor.
Bu dev petrol, kömür, gaz ve enerji şirketleri, onların lobileri ve yarattıkları paravan kuruluşlar, ABD başta olmak üzere dünyanın tüm ülkelerinde kamuoyunun insan kaynaklı küresel ısınmadan haklı bir kaygı duymasını ve buna karşı ciddi biçimde harekete geçmesini engellemek için muazzam paralar harcayarak faaliyette bulunuyorlar. Tek bir rakam vermek gerekirse, yalnızca 2009 başından bugüne kadar, küresel ısınma karşıtı adaylar için petrol, kömür, ve enerji şirketlerinin harcadığı toplam propaganda ve lobi parası, New York Times’ın 21 Kasım tarihli nüshasında yazdığına göre, 500 milyon, yani yarım milyar dolar. Propagandaya yarım milyar ve iki sene bile olmadan!
Günümüzün önemli iklimbilim tarihçilerinden Naomi Oreskes’in Erik Conway ile birlikte kaleme aldığı Merchants of Doubt (Kuşku Tacirleri) adlı kitapta, bu ölüm ticareti çok ayrıntılı olarak, kanıtlarıyla birlikte ortaya konmakta. (Oreskes-Conway: 2010, passim.) APCO adlı halkla ilişkiler ve avukatlık şirketinin, 1980’lerde sigaracılarla, ardından 1990’larda petrolcülerle, 2000’lerin başında ilaççılar ve sigortacılarla, ve nihayet, ekonomik krizin ardından şu anda bankerlerle nasıl işbirliği yaptıklarının ve kamuoyunu kara propagandayla özel çıkarlara nasıl râm ettiklerinin inanılmaz ve fakat tümüyle gerçek hikâyelerini, birçok kaynaktan, bir korku filmi gibi takip etmek mümkün. (Örneğin, sağlık reformunu savunan Sicko filmi yüzünden sigorta şirketlerince “uçurumun kenarından aşağı atılması” planlanan aktivist, yazar ve belgesel sinemacı Michael Moore’un bu konudaki taze bir makalesi için bkz.: www.huffingtonpost.com/.../how-corporate-america-is_b_786114.html,19 Kasım 2010)
Ve, işin kötüsü, kamuoyu araştırmalarının gösterdiği üzere, özellikle ABD’de bu kara propaganda faaliyeti sonucunda önemli “başarılar” elde ediliyor. Çağın önde gelen düşünürlerinden Noam Chomsky, bunun bir “cehalet” meselesi filan olmadığını vurguluyor. Yani, bu propagandanın ardındaki şirket yöneticileri, küresel ısınmanın gerçek olduğunu, gezegeni birçok türün ve bizatihi insan türünün yokolması gibi bir korkunç bir geleceğin beklediğini gayet iyi biliyorlar. Ama, gelin görün ki, türlerin kaderi, şirket yöneticilerinin görmezden gelmeyi yeğlediği bir “dışsallık” (externality) sayılmakta. Chomsky’nin söylediği gibi, onlar için esas olan, serbest piyasa sistemlerinin her şart altında galebe çalmasıdır çünkü. (www.inthesetimes.com/article/6615/outrage_misguided, 4 Kasım 2010)
***
Fosil Yakıt endüstrisinin insan kaynaklı iklim değişikliği hakkındaki bu müthiş dezenformasyon kampanyası, Penn State Üniversitesi öğretim üyesi ve etik uzmanı Donald A. Brown’un önümüze getirdiği çok önemli bir sorunsal. (climateethics.org, 24 Kasım 2010) Burada, kasden (hatta taammüden) bir dezenformasyon, olağanüstü bir sorumsuzluk ve tabii onun ötesinde, cezai sorumluluk konusudur. Üç sebeple. Birincisi, iklim değişikliği yüzünden onbinlerce insan zaten şimdiden telef olmakta, evini barkını, malını-mülkünü yitirmektedir. İkincisi, çoktan atmosfere salınmış, ama iklim sistemindeki “gecikmelerden” (lags) dolayı etkileri henüz hissedilmeyen sera gazları yüzünden milyonlarca insan büyük tahribata uğrayacak. Üçüncüsü, sera gazları salımı şimdiki seviyelere göre dramatik biçimde düşürülmezse, iklim değişikliği dramatik bir şekilde artacak. Bu dezenformasyon kampanyasının, böylesi hayat kaybına ve sonu gelmez ıstıraplara yol açacağı kesin. O zaman bu “sorumsuzluk”, Nürnberg Mahkemesi’nde Nazi liderlerini mahkûm eden, günümüzde de Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi Soykırım Suçlarını, İnsanlığa Karşı Suçları yargılayan uluslararası yargı organlarının önüne taşınmamalı mı yani? Cezalandırılacak suç kategorileri içine dahil edilmemeli mi? Eğer bu kategoriye sokulmayacaklarsa, böyle davranışlara başka nasıl bir ad verebiliriz ki o zaman?
Şu anda içinde bulunduğumuz etik kriz, ancak “muazzam” sıfatıyla tanımlanabilir. İnsan kaynaklı iklim değişikliği, yeryüzünün her yerinde zengin ve güçlüler genç insanların, henüz doğmamış nesillerin, tümüyle savunmasız varlıkların ve bir bütün olarak doğa’nın ve canlılar âleminin karşısına dikmekte. Hansen’ın son ödül kabul konuşmasında vurguladığı gibi, kuşaklararası adaletsizlik meselesi, ancak tarihte köle ticaretinin kaldırılması ve sivil haklar mücadelesi ile kıyaslanabilir. (http://www.columbia.edu/~jeh1/mailings/2010/20101108_BluePlanetAcceptance.pdf)
Ne ki, canlı türlerinin yokoluşu gibi bir tehdidin büyüklüğü ile oranlandığında, yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük kirizi ile yüzyüze olduğumuz bile söylenebilir pekâlâ. “Bütün Krizlerin Anası” ile yani…Krizin büyüklüğünün ve bunun bizim kaderimizle olan bağlantısının ne kadar farkında olduğumuz ise ayrı bir tartışma konusu.
Günümüzün önde gelen gazeteci ve yazarlarından Chris Hedges, “Calling All Future-Eaters” (Geleceğini Yiyenlere Tümden Çağrı) başlıklı makalesinde bakınız lafı pek de dolandırmadan, bu kader meselesini nasıl ele alıyor:
“Kaderlerimizi artık bu dev şirketlerin yöneticileri belirliyor. Bunlar, insani bir ahlak duygusu ya da merhamet gibi hasletlerle donatılmış değiller. Ne ki, kanunları yapanlar, onların lobicileri. Kitle iletişim araçları, yani basın yayın aracılığıyla pompalanan propaganda ve ıvır zıvırı imal edenler de onların halkla ilişkiler şirketleri. Seçim sonuçlarını belirleyen, onların paraları. Onların daymak bilmez iştihası, işçileri birer küresel köleye, gezegeni de kocaman bir çöle döndürüyor.
İklim değişikliği ilerledikçe hepimiz bir seçimle karşı karşıya kalacağız: Ya bu şirketlerin koyduğu kurallara itaat edeceğiz ya da başkaldıracağız... Ölüm sistemlerine hizmet edenler düzelemez; onlara güvenilemez.
İklim krizi, siyasi bir krizdir. Ya şirket elitlerine meydan okuyacağız – ki bunun anlamı sivil itaatsizlik, geleneksel politikaların yeni bir radikalizm uğuran terkedilmesi ve kanunların sistemli bir şekilde çiğnenmesidir... Ya da, elitlerin bizi tamamen tükettiğine tanık olacağız. Pasif kalırsak, olaylar geleceğimizi elimizden alacaktır. Ahlakî yükümlülüğümüz, kuvvet yapılarına değil, hayatın ta kendisine karşı.”
(www.truth-out.org/calling-all-future-eaters61480, 19 Temmuz 2010)
***
Nihayet ayvalara ve maçlara bir kez daha dönersek sevgili dostlar, sonuçta top bizde! Hayata karşı yükümlülüğümüzü yerine getirmek, adalette eşitlik ilkesi uğrunda mücadele etmek, arada tehlikeli toplara da girmek, hatta zaman zaman tekmelere kafamızı uzatmak zorundayız. Sert hareketlere, kırıcılıklara, ayıcılıklara da maruz kalabiliriz, onu da peşinen söyleyeyim.
Ama bakın, ne diyorum: Biz bu maçı alacağız, başka yolu yok.
Bu bizim son maçımız çünkü... Başka maç olmayacak
Teşekkür ederim.
Biyoetikte Yeni Ufuklar Kongresi - 25 Kasım 2010 Dedeman Oteli, İstanbul
Referans Kitaplar:
James Hansen, Storms of My Grandchildren, 2009, Bloomsbury US
Bill McKibben, Eaarth, 2010, Henry Holt and Company
Naomi Oreskes ve Erik Conway, Merchants of Doubt, 2010, Bloomsbury Press