Harekete Geçme Zamanı: Hemen, Şimdi

-
Aa
+
a
a
a

“Bütün bu felaketlerin olacağını biliyorsunuz da, neden o zaman önlem almıyorsunuz?”

Geçen yıl, İstanbul’da bir ilköğretim öğrencisi bunu sordu dünyaya. Bence 21. yüzyılın temel sorusuydu bu – cevaplaması en zor soru. “Küresel ısınma gibi çok ‘bilimsel’ ve ‘karmaşık’ gibi görünen bir konuda, yeterince bilgiye sahip olmadığımız için harekete geçmediğimizi,” söyleyebiliriz gerekçe olarak. Ama, ne yazık ki doğru değil bu.

Birleşmiş Milletler’in Nobel Barış Ödüllü İklim Kuruluşu (IPCC), ‘sentez’ adını verdiği son raporunda gezegenimizin geleceği hakkında bilim dünyasının ortak görüşünü 23 sayfalık bir özette son derece net bir şekilde ortaya koydu. Küresel iklim değişikliğinin en az % 90 ihtimalle sadece insan faaliyetleri sonucu meydana geldiğini ortaya koyan raporun ilk cümlesi, adeta kutsal kitaplardan aktarılan bir üslupla kaleme alınmış:

“İklim sisteminin ısınmakta olduğu, tartışılmaz bir gerçektir; bu, artık küresel hava sıcaklıklarındaki artışların, her yerde kar ve buzulların erimesinin, ve dünyada deniz seviyelerindeki ortalama yükselmenin gözlemlenmesiyle kanıtlanmıştır.”

Bu açılışın ardından raporda, âcilen tedbir alınmaması halinde dünyanın hızla ölüme sürükleneceği, dünya denizlerinde küresel ısınma yüzünden görülen müthiş asitlenmenin denizlerdeki tüm hayat dokusunu altüst edeceği, küresel ısınmayı çok daha vahim hale getireceği, küresel ısınmanın ise yeryüzündeki canlı türlerinin üçte birini yok edeceği, susuzluk ve kuraklığın tarım hasatını her yerde büyük kesintilere uğratarak büyük kıtlık ve açlıklara yol açacağı ortaya koyuluyor...

BM Genel Sekreteri, İklim Paneli Başkanı, NASA’nın İklim Değişikliği araştırmalarından sorumlu Goddard Enstitüsü Başkanı, ayrı ayrı olağanüstü önemde uyarılarda bulunuyor: Derhal harekete geçilmezse ve dünyada sera gazı salımlarında Kyoto Protokolü’nün çok ötesine geçen radikal indirimlere hemen gidilmez ise, geri döndürülmez noktaya sekiz yıl içinde varabileceğimizi bildiriyorlar. İklim değişikliği konusunda dünyayı ilk uyaran bilim insanlarından Dr. James Hansen, şöyle diyor: “İklim sisteminin eşik noktasında, uçurumun kenarında duruyoruz. Bu eşiğin ötesinde kurtuluş yoktur.”

Benzeri görülmemiş bu varoluşsal soruna âdil bir çözüm bulabilmek için hem bireylere, hem birey topluluklarına, hem de hükümetlere ve hükümetlerarası kuruluşlara âcilen ciddi görevler düştüğü apaçık.

Yani, her şeyin aslında kendi elimizde olduğunu söylemek, iddialı görünse de, aslında gerçeğin kendisi. Elinizdeki araştırma raporunda, beton duvara doğru son sürat hareket eden bir arabaya benzeyen gezegende, Türkiye’nin hangi noktada bulunduğuna ilişkin ipuçları verecek önemli bazı istatistiklere ve saptamalara yer veriliyor.

Bunların ilki, Türkiye’nin, küresel ısınmaya sebep olan sera gazı artışlarında dünya rekortmenlerinden biri olması. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Ek 1 (sanayileşmiş ülkeler) listesinde yer alan 41 ülke içinde Türkiye, karbondioksit ve diğer gazları salım oranı açısından açık farkla birinci geliyor, (1990 ile 2004 yılları  arasında %74.4 artış). Yani, ülkenin küresel iklim değişikliğini yavaşlatma gibi bir sorunu olmadığı, aksine ekonomik büyümeyi ekolojik kaygıların çok önünde tuttuğu belirgin bir husus olarak ortaya çıkıyor.

İkincisi, AB ile kıyaslama açısından da durum, yukarıdaki tespitle paralellik gösteriyor: kişi başına salımlar açısından en alt sıralarda olmasına rağmen, Türkiye nihaî enerji tüketimi başına sera gazı salımlarında AB içinde 1’inci sırada bulunan Belçika ile aynı değere (2.32 Mton CO2/ Mtep) sahip. Yani, verimsiz alt yapının yanı sıra ülkenin kömür, petrol ve doğal gaz gibi en büyük küresel ısınma etkenlerine büyük bir bağımlılık içinde olduğu, yenilenebilir enerji kaynaklarına (rüzgâr, güneş, hidrolik, jeotermal vb.) ise rağbet etmediği; dolayısıyla küresel iklim değişikliği tehdidi ile mücadeleyi öncelikli bir toplumsal tercih olarak görmediği, buradan da açıkça ortaya çıkıyor.

Üçüncüsü, termik santrallerin Türkiye’nin toplam CO2 salımında % 20 payla 3’üncü sırada yer aldığı, salımların büyük artış gösterdiği, dolayısıyla enerji sektörünün ülkede küresel ısınmaya önemli katkıda bulunduğu da elinizdeki raporda belirtiliyor. Çok yeni olduğu için raporda yer almayan iki önemli gelişmeye de bu vesileyle değinilecek olursa: Eylem İçin Karbon İzleme (Carbon Monitoring for Action - CARMA) veri bankasının 2007 Kasım raporuna göre Türkiye, enerji üretirken dünyada atmosfere en fazla karbondioksit

salan ülkeler arasında önde geliyor. CARMA raporunda Türkiye’nin bu açıdan küresel ısınmaya en fazla katkı yapan 15’inci ülke olduğu tespit ediliyor, (102 milyon ton CO2, 124 milyon MWh enerji; bkz: http://carma.org/region). Bir diğer yeni gelişme de, TBMM’de 9 Kasım 2007 tarihinde kabul edilen 5710 sayılı yasa. Esas olarak nükleer santrallerle ilgili olan bu yasa, geçici 2’inci maddesi ile kömür yakıtlı santralleri teşvik etmekte, hatta bunlara, ürettikleri elektriği uzun yıllar alım garantisi getirmektedir. Oysa, dünya bilim camiası, kömür yakıtlı yeni santraller yapmanın dünyaya yıkım getireceğinin garanti olduğunu, dolayısıyla tüm yeni kömür santrallerinin askıya alınmasının, –en azından karbon tutma ve depolama teknolojisini geliştirip uygulamadan yeni santral yapılmamasının- şart olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla, Türkiye bu konuda da küresel iklim değişikliği ile mücadele yolunu seçmediği, aksine bu tehlikeli gidişi hızlandırmakta olduğu görüntüsü veriyor.

Dördüncüsü, raporda, hava taşımacılığının 1990’daki % 3’lük payının 15 yıl içinde dört katına çıkarak 2004’te % 12’ye ulaştığı saptanmıştır. 2004’ten bu yana geçen üç yıl içinde hava taşımacılığında rekabet ve ucuz taşıma olanaklarına ilişkin haberler göz önüne alındığında, bu payın daha da yükselmiş olduğu yolunda bir tahmin yapılabilir. Kyoto Protokolü’nde hiç kapsanmayan uçuş kaynaklı salımların, yeryüzündeki küresel ısınmanın en hızlı gelişen ve en büyük artış gösteren tetikleyicilerinden biri olduğu bilimsel raporlarda sürekli olarak yer alan bir husus. Sınaileşmiş zengin (ve kirletici) ülkelerin CO2 salım kaynakları arasında hava taşımacılığının payına bakıldığında, bu ülkelerin uçuştan kaynaklanan salımlarının Türkiye’nin % 12’lik payı kadar yüksek olmadığı görülüyor. Bu da, Türkiye’nin küresel iklim değişikliği ile ilgili tedbirler almak yolunda bir kararlılığı olmadığını, aksine yine büyüme modelleri önceliği içinde, gelecek kuşakların çıkarlarını dikkate almama eğiliminde olduğu ortaya koyan bir diğer husus.

Sonuç olarak, elinizdeki raporda yüksek salım yoğunluklarının hem çevre, hem de –belki de beklenmedik şekilde– ülke ekonomisi için önemli bir tehdit oluşturduğu görülüyor. Bireysel yaşam tarzlarında yapılacak değişikliklerin, enerji tasarrufuna gitmenin ve özellikle tüketimde ölçülü bir yaşam tarzı benimsemenin hayatî önemi ve sağlayacağı büyük yararlar ayrıntılarıyla ortaya konuyor. Bununla birlikte, ne kadar köklü olursa olsun, bireysel yaşam tarzı değişikliklerinin bu devasa tehdidi önlemede tak başına yeterli olamayacağı açık.

Siyasî karar alıcıların salım indirim hedeflerini derhal tespit etmesi, uzun vadeli enerji politikalarını yine aynı süratle belirlemesi, karbon vergisi gibi mekanizmaları tespit edip yürürlüğe sokması, büyük öncelikler olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca enerji, konut, sanayi ve ulaşım başta olmak üzere birçok sektörde karar alıcıların hem teşvik, hem de caydırma yöntemleriyle, küresel iklim değişikliğine yol açan faaliyetlerin önünü alması zorunlu görünüyor. Siyasî karar alıcıların bu yönde davranmasını sağlayacak yegâne mekanizma ise, bunu talep edecek vatandaş hareketleri olarak karşımıza çıkıyor.

O zaman neden harekete geçmiyoruz?

Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Temsilciliği tarafından hazırlanan Karbondioksit Salımları Araştırması'na ulaşmak için tıklayın.