Bir Ülkenin Mevsimlerine Ağıt

-
Aa
+
a
a
a

Elegy for a Country’s Seasons

The New York Review of Books

Havaya neler olduğunu açıklayan bilimsel ve ideolojik bir külliyat var ama konu hakkında edilmiş kişisel neredeyse tek kelam bile yok. Peki bu şaşırtıcı bir şey mi? Yas tutan insanlar hüsn – i tabirler kullanırlar hep; suçlular ve utananlar da öyle. En melankolik hüsn – i tabir: ‘Yeni Normal’.   Sevdiğimiz bir armut ağacının gövdesinin yarısına kadar suyun içinde kalmış olması, toprağa tutunacak mecalinin kalmamış olması ve  sonunda tepetaplak oluvermesi de sanırım ‘yeni normal’lerden. Cornwall’a giden tren yolunu suyun alıp götürmesi – bu da yeni normal. ‘Anormal’ kelimesini birbirimize sesli olarak söyleyemiyoruz bile. Çünkü daha önce neyin varolduğunu hatırlatıyor bu söz bize. En iyisi bir zamanlar neyin normal olduğunu, mevsimlerin birbirini  sadece şairlerin takdir ettiği bir letafet ile nasıl takip ettiğini unutmak.

‘Eskiden olanlar’ı hatırlamak acı veriyor. Patlamamış bir havai fişeği soğuk ve kuru toprağa sabitlemeye çalışmak.  Çobanpüskülü meyvelerinin üzerine yağmış kırağıyı hayran hayran izlemek. Noel’in ertesi günü kışa has o beyaz aydınlıkta uzun,  insanı sağlaştıran bir yürüyüşe çıkmak. Büyük Perhiz’in arifesinde birazcık güneş ışığı, Büyük Ulusal Yarış’tan önce birazcık daha güneş. Serin Nisan yağmurları, Wimbledon sıcaklığı. Havanın güzel olacağından emin olabildiğiniz Temmuz düğünleri. Glastonbury’de güneş yanığı olacağınızın neredeyse kesin olması. ‘‘En azından,’’ diyoruz birbirimize, ‘‘en azından Ağustos hâlâ  güvenilir şekilde pırıl pırıl – karnavalda olmasa da Cornwall’da.’’ İskoçların eşyalarını toplayıp giderken biraz daha sıcaklığı da yanlarında götürmeleri hiç de fena fikir değil hani.

Belki bu yeni İngiltere’ye alışacağuz ,  genç ve buraya yeni göç etmişler gibi Nisan ayında şort ve sandalet giyildiğini ya da yeni yılın gelişini geleneksel olarak devasa bir sel ile ilan ettiğini kanıksayacağız. Yeni bölgelerde kelebeklerin görünmeye başlayacağını söylüyorlar, kuşların daha erken gelip daha geç gideceklerini. Belki enteresan olacaktır  bu, enteresan ve yeni. İlla da kötü olmayacaktır belki de. Belki biz geçmişi yanlış hatırlıyoruzdur! Kuşaklar boyunca herkes Thames Nehri’nin donduğuna tanık olmamıştır, Beyaz Noel hayalimiz kolektif  Dickensvari hezeyanımızın  bir tezahürüdür sadece.  Ayrıca burası hep bol yağışlı ıslak bir ülke değil miydi zaten?

İlerideki dört şeritli yoldan imtina ettiğiniz için kendinizi vurabileceğiniz tali yolların sayısı  şaşırtıcı derecede çok.  İngiltere asla o pek meşhur romanlarında söylendiği kadar ya da Amerikalı kuzenlerimizin sandığı kadar bol yağış alan bir ülke olmadı. İklim değişti, değişiyor ve onunla beraber göze küçük gelen pek çok şey de değişiyor. Tren raylarından, evlerden , yaşam alanlardan ve gerçek hayatlardan başka şeyler de kayboluyor.  Mesela Londra’da herhangi bir bahçenin kuytu bir köşesinde  ne zaman baksanız bir kirpi bulabileceğimizi , onu iki avucumuzu birleştirip avuçlarımızın içine alabileceğimizi, çocuklarımızın avuçlarımızı açtığımızda bir kirpi göreceğini düşünmek ya da pikniğe gittiğimizde  kapağı açılmış  bir reçel kavanozunun ağzına tombul  yabanarılarının  üşüştüğünü  göreceğimizi sanmak  kolaydı.

 Her ülkenin kendine has bu tür yerel bir efkârı var. (Ve her ülkenin de bunun sebeplerine dair  kendine has argümanları. İklim değişikliği ya da otomobiller?  İklim değişliği ya da cep telefonları?)  Ufak tefek kayıplardan bahsetmemeniz gerekiyor zira iklim çalışan bilim insanları ve sinema yönetmenlerinin kıyamet  tasavvurları ile karşılaştırıldıklarında  bu kayıpların sözünü etmeye değmez.  Bir de tabii  aslında pek de bir şey olmadığına inanan bir sürü insan var.

Halkın  yaklaşmakta olan acil duruma dair çocuksu tepkisine cevaben pek çok sert kelime telaffuz edilmiş olmasına rağmen,  bu tepki  bana aslında  hiç  de şaşırtıcı gelmiyor. İstikrarlı bir şekilde kıyameti düşünmek kolay iş değil ne de olsa. Hele de sabah yataktan kalıp güne başlamak istiyorsanız.  Tüm bu anlatıda eksik olan şey, tepkimizin ne kadarının duygusal olduğu. Eğer tepkimiz duygusal olmasaydı, tüm tartışmanın tabiatı da bambaşka olurdu.  İnkâr edenlerin aslında hiçbir şeyi inkâr etmedikleri, inkârcıların  hepsinin  aslında sadece ‘‘Bizi neyin beklediğini elbette ki anlıyorum  ama torunlarım beni  hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Ben sadece kendimi, hissedarlarımı ve Çin’in yarattığı rekabeti düşünürüm’’ gibi şeyler  söyleyen  acımasız pragmatistler olduğu bir dünya pekâla hayal edebiliriz. Aslında böyle şeyler söyleyen birkaç kişi de var ama onlar da tahmin ettiğimiz kadar çok değiller.

Doğal gözüken bir diğer tepki de çevresel duyarlılığı son derece derin dinî bir hissiyatla birleştiren tepki. Tabiatı Tanrının  bize bahşettiği kıymetli bir hediye olarak görenler elbette ki doğal olarak onun korunması gerektiğini düşünenlerin başında gelecektir. Etrafta bunlardan da birkaç tane var ama yine de sayıları tahmin ettiğimin yarısı bile etmez.  Buna rağmen kanıtlara ‘inanılması’ ya da ‘reddedilmesi’ gerekiyor  hâlâ sanki  bilimsel makaleler   kapılara asılan bir takım Lüteriyen amentüler. Amerika’da Tanrının yaratılış mitinde son derece merak uyandıran  hiyerarşiye dair bir boşluk bile bulundu. İddiaya göre Tanrı insanları ‘her şeyden’  - hayvanlardan ve bitkilerden ve okyanustan – üstün  bir canlı olarak yarattığı için  geriye kalan ne varsa  hepsine gönül rahatlığı ile canı cehenneme diyebiliriz. (İngiltere’de geleneksel Hristiyan  toprak sevgisi son derece sorunsuz bir şekilde çevre duyarlılığına evrildi. Özellikle de ellerinde bolca toprak bulunduran kırsal aristokratlar arasında.)

Ama ben bilimin konusu olan bu mevzuyu salt katıksız aptallığımızdan dolayı  bir inanç meselesine dönüştürdüğümüzü düşünmüyorum.  İnancın genellikle duygusal bir yanı vardır; aslında örtülü bir arzudur inanç.  Tabii söz konusu liderlerimiz olduğunda bu politikleştirmenin büyük kısmı  alaycı bir kötü niyetin  ürünü  ve ekonomik nedenleri var. Lakin burada yani tabanda bizleri harekete geçiren şey  ise masumiyet arzusu.  Zira iki ‘taraf’ da  suçlu ve kendinden hoşnut değil – Martin Amis’in ‘türün utancı’ dediği şey – ve hepimiz bu hislerimizi de dışa yansıtıyoruz.   Krizin ortasında olsak bile tartışmalarımızdaki öfkeyi körükleyen de tam da bu.

Sandy Fırtınası esnasında, birkaç aylık hamile olmama rağmen  wi-fi sinyali bulup,  iklim değişikliği inkarcısı bir tanıdığa ahmaklığının en taze ispatı hakkında e-posta aracılığı ile bilgi verebilmek için karanlıkta on beş  kat merdiven indim.  E-posta kutunuzun  sağa meyilli akrabalardan gelen – sanki her şey bir oyunmuş,  muallakta olan tek şey de sizin veya Florida’daki amcanızın ‘ vesveseli’mi  yoksa ‘gerçekçi’ mi  olmasıymış gibi kaleme alınmış, sinsi gülücüklerle bezeli -  karşı argümanlarla doluvermesi için tek bir kutbî girdap  - bir cebinize sığacak ve hava sıcaklıklarını düşürmeye yetecek kadar soğuk hava - yeter de artar bile.  Bu arada  Sandy’nin ilk vurduğu kıyı olan Jamaika’da  her zamankinden daha çok yaşanan tropikal depresyonlar , fırtınalar, kasırgalar, kuraklık ve toprak kaymaları Jamaika’lılar için ontolojik argümandan sayılmıyor.

Suyun alıp götürdüğüne bir ağıt yakın!Yaşam döngülerine, tuzlu su bataklıklarına, evlere, insanlara – adalar dolusu insana. Gidiyor, gidiyor, gitti! Ama henüz tam olarak değil.Kıyamet her zaman gelecekte bir yerde gizlidir – tabii  eğer Mauritius ya da Jamaika ya da diğer pek çok riskli bölgede yaşamıyorsanız. Yakın zamanda yayımlanan raporlara göre  eğer küresel sera gazı emisyonlarında bir değişiklik olmazsa, 2050 civarında yani torunumun yedinci doğum gününe tekabül eden günlerde  her şey son derece ciddi bir hal alabilir. (Bu tür ağıtlarda geleceğin torunlarını anmak adettendir. ) Tekrarlanıp duran  bu küresel ağıt bazen öylesine acıklı ki – ve manalı herhangi bir hareketten o kadar uzak ki -  ağıt yakanlardaki  güya hor gördüğümüz muhafazakar Protestanların kıyamete olan sapkın düşkünlüklerini andıran  son derece kaderci liberal şuuru fark etmemek neredeyse imkansız .

Son zamanlarda her iki tarafın da teknotratların iyimser argümanlarını duyabilmek için  bir nebze de olsa onlara doğru meylettiklerini gördük.  Bir el çabukluğu oldu ve bunun sayesinde savaşmak ve felaket tartışmaları yapmaktan ziyade karbon tutulumu ve depolanması, daha yüksek deniz surları, çatılardaki jeneratörler ve zor günlere hazırlık yapmak gibi şeylerden konuşur olduk.Her iki taraf da başarısızlıkta birleşti. Birbirlerine: ‘‘Evet belki de bir süre önce farklı şekillerde tartışmalıydık ama şimdi artık çok geç, artık elimizde ne varsa onunla çalışmalıyız.’’  diyorlar.

Bu elbette ki benim yedi yaşındaki torunuma pek acayip gelecektir. Beni affetmesini beklemiyorum ama en azından sadece anlamak için de olsa bu zihniyete  şöyle bir göz atması faydalı olabilir. Peki ben ona ne diyeceğim?  Öğretmenleri  2014’te havaya olanların  finansal ve siyasal   açıdan ‘uygunsuz bir gerçek’  olduğunu ona çoktan anlatmış olacaktır.  Ama bunlar zaten şimdi de son derece aşikar şeyler.  Bedeli ne olursa olsun küresel bir hareket mevzuyu siyasetin gündemine taşıtmış olabilir diyebilirim.  Bu noktada torunumun soracağı soru bu hareketin neden buncasına geç hayata geçtiği olacaktır. O zaman ona, ‘‘Bak  anlaman gereken şey şu ki, biz görecilik ve yapı bozumun hakim olduğu bir yüzyıldan geçtik ve bu zaman zarfında bizlere  sıkı sıkıya bağlı olduğumuz prensiplerin ya belirsiz olduğu ya da bir hüsnükuruntudan ibaret olduğu  söylendi. Hayatlarımızın pek çok alanında  bizden hiçbir şeyin mutlak olmadığını ve her şeyin değiştiğini kabul etmemiz istendi. İşte bu da bu mücadelede elimizi bir hayli zayıflattı.’’ diyebilirim.

Ayrıca hayatlarımızı idame ettirmemiz için gerekli şartların – bize kaçınılmaz  olarak mevzu buymuş gibi  gelen  şartların -   sadece fizikçilerin ve filozofların tartıştığı  şeyler olmadığını, gerçekten varolduklarını, mantık dışı  da olsalar, entelektüel olarak değersiz de olsalar bir kısmımızın zihinde varolduklarını ve bizim bunları daimi gerçekler olarak tecrübe ettiğimizi de unutmamakta fayda var da. İklim de  işte bu gerçeklerden biriydi. Değişeceğini hiç düşünmedik. Yani dünyaya sonsuz zarar verebileceğimizi ama bu zararın onun ritmini ve karakterini bozabileceğini en kibirli olanımız bile asla düşünmedi. Tıpkı bütün gün babasına bağırıp çağıran bir çocuğun,  babasını günün sonunda mutfağın ortasında kendisini yere atmış ağlarken tahayyül edememesi gibi.   Sizce tüm bunlar gelecekte sahip olacağım   ( az biraz sinir bozucu ve peşin hükümlü) torunumun gözünde ipten dönmemi sağlar mı? Ne yalan söyleyeyim endişeliyim. 

Ah, ne yaptık biz! Bu devasa bir soru ve hiçbirimiz kendimizi bu sorunun son derece tanıdık – temelinde dinî – olan utanç, inkâr ve kırbaç cezası döngüsünden çekip alamıyoruz. İşte bu nedenle ki (torunuma böyle anlatacağım), felaket senaryolarının hiçbiri bir işe yaramadı. Korkunç olan gerçek şu ki, hepimizin kıyamete tarihten gelen derin bir ilgisi var. Neticede zihinlerimizde gerekli olan ilgiyi uyandıracak olan şey en yakınımızdaki, en sevdiğimiz şeyleri  kaybetmemiz  olacaktı. Sevgili adamızda mevsimlerin değişmesi gibi ya da on beşinci katta elektriklerin kesilmesi gibi ya da Temmuz’un ilk günlerinde bir İtalyan bahçesine gitmem, bahçeyi bahçenin seksenli yaşlarını sürmekte olan sahibesi ile gezmem, kavrulmuş  sarı toprağı ve solmuş gülleri görmem ve bahçenin sahibesinden sadece yaşlı insanların bulunabileceği o itirafı , ‘ömrü hayatımda böyle bir şey görmedim’ itirafını duymam gibi bir şey yani. Aklımın nihayet bir ağıtı andıran biz ne yaptık sorusundan daha pratik bir soruya ne yapabiliriz sorusuna yöneleyazdığını görüyorum sanki.

Elegy for a Country’s Seasons

İngilizce aslından Türkçeye çeviren: Çiğdem Dalay