Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nün artık yalnızca bir kutlama değil, ekolojik kriz ve türlerin yok oluşu karşısında bir yüzleşme ve sorumluluk günü olması gerektiğini vurgularken; plastik kirliliğinden habitat kaybına, tarihsel ve güncel örneklerle insan-doğa ilişkisini sorguluyor ve altıncı yok oluşun eşiğinde, her kaybedilen türün bize dönük bir uyarı olduğu ve hatırlamanın, harekete geçmenin etik bir zorunluluk haline geldiğini de yeniden hatırlatıyoruz.
Her yıl 5 Haziran Dünya Çevre Günü yaklaşırken, bu günün anlamını yeniden düşünürüm: Sadece bir kutlama mı olmalı, yoksa yüzleşme günü mü?
Bu yıl karşıma çıkan bir fotoğraf dizisi bu soruyu daha da derinleştirdi. The Guardian’ın derlediği karelerde, dünyanın dört bir yanından sahneler vardı: Hindistan’da çöplerin arasında yiyecek arayan insanlar ve hayvanlar; Amazon ormanının sınırında sıkışmış kentler; plastik torbalarla kaplanmış bir protestocu; Gazze’de çöplüklerden plastik toplayan insanlar ve dereler boyunca geçimini sağlamaya çalışan kadınlar… Ama aynı dizide umut veren sahneler de var: Doğada yürüyen çocuklar, doğaya salınmaya hazırlanan bir gece kuşu.

Bu görüntüler bize bir şey söylüyor: Kriz ve umut artık iç içe geçmiş durumda ve biz bu iki gerçeğin arasında bir yol çizmek zorundayız.

Plastik: Yeni Bir Ekosistem mi?
Plastik bugün sadece bir atık değil, gezegenin her köşesine sızmış yeni bir jeolojik katman gibi. Okyanuslardan dağlara, toprağın derinliklerinden canlı bedenlerine kadar her yerde...
Fotoğraf karelerindeki plastik, yalnızca çevre kirliliğinin değil, aynı zamanda küresel eşitsizliğin de yüzüydü. Kimler bu atık dağlarının içinde yaşıyor? Kimler çöplerden geçimini sağlıyor? Kimler ise bu tüketim döngüsünü sürdüren asıl aktörler?
Sorunun cevabı ortada. En az tüketenler, en büyük bedeli ödüyor. Dolayısıyla, ekolojik kriz, aynı zamanda bir adalet krizidir.

Türlerin Sessizce Kaybı
Bu yıl 22 Mayıs Dünya Biyoçeşitlilik Günü için yazarken geçmişin kayıp türlerine dönmüştüm ve göçmen güvercin örneği hâlâ aklımda.
1914’te Cincinnati Hayvanat Bahçesi’nde ölen Martha, göçmen güvercin türünün son temsilcisiydi. Oysa bu kuşlar bir zamanlar Kuzey Amerika’nın gökyüzünü günlerce karartacak kadar çoktu. İnsan eliyle yok edilen devasa bir biyolojik zenginlik.
Benzer bir hikâye Türkiye’den de çıkar: Yılanboyun. Bir zamanlar Amik Gölü’nün zarif avcısıydı. Ama gölün kurutulmasıyla birlikte, bu türün Türkiye’deki varlığı da sona erdi. 1962’den beri görülmedi. Yalnızca sessizlik kaldı.
Ve daha evrensel bir kayıp: Büyük alk. Kuzey Atlantik’in uçamayan kuşu, avcılık ve ticari sömürü yüzünden 1844’te tamamen yok oldu. Darwin’in bile eserlerinde doğrudan ele almadığı bu hızlı tükeniş, bize şunu gösteriyor: Bazı yok oluşlar, insan eliyle hızlandırılan tarih dışı kırılmalardır.

Yeni Doğa mı, Doğanın Hatırası mı?
Bugün doğa koruma bilimi kendi içinde bölünmüş durumda. Bir yanda “vahşi doğaya dokunmama” yaklaşımı var. Diğer yanda, deniz biyoloğu Ruth Gates gibi araştırmacıların temsil ettiği daha müdahaleci bir çizgi: Isınan okyanuslarda hayatta kalabilecek süper mercanlar yetiştirme çabaları.
Gates’in şu sözü çok düşündürücü: “Pek çok insan geçmişe dönmek istiyor. Ben ise geleceğe hazırlanıyorum. Çünkü artık doğa, bildiğimiz anlamda doğal olmayacak.”
Bu cümle, bugün karşı karşıya olduğumuz asıl soruyu özetliyor: Doğayı korumak mı, yoksa doğayı yeniden mi kurmak?
Altıncı Yok Oluşun Eşiğinde
IPBES’in raporlarına göre bugün yaklaşık 1 milyon tür yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bunu durduramazsak, yalnızca hayvanları değil; onları anlatan masalları, kültürleri ve geleceğimizi de yitiriyoruz. The Guardian’daki plastik dağları, Amazon’un sıkışmış sınırları, kaybolan türlerin sessizliği…
Bütün bu görüntüler aynı uyarıyı veriyor: Altıncı Yok Oluş yalnızca biyolojik değil, etik bir sınavdır.
Ve artık yas tutmak da yetmiyor. Hatırlamak, anlatmak ve harekete geçmek zorundayız. Çünkü her kaybedilen tür, bir uyarı niteliğinde. Ve her “son birey”, bize dönük bir ayna.
Bir Günü Hatırlamak Değil, Bir Gerçeği Hatırlamak
Dünya Çevre Günü’nü her yıl takvimden bir gün olarak geçiriyoruz. Oysa mesele sadece doğayı korumak değil; insan merkezli kalkınma anlayışını sorgulamak ve doğayla kurduğumuz ilişkiyi yeniden tarif etmek.
Son kuş uçmadan, bu defteri kapatmadan, geride kalan sessizliği anlamak için dönüp ne zaman bakacağız?