Doğanın Hafızası: Ağaçlar, Kuşlar ve Altıncı Yok Oluş

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, yaban hayatı fotoğrafçısı Alper Tüydeş ve anatomist, "Yaşayan Dinozor - Avian - Kuşların Evrimi ve Atalarının Serüveni" kitabının yazarı Pedram Türkoğlu ile Bursa Karacabey Longoz Ormanları'nda bir araya geliyor ve konuklarıyla gözlemle bilimin, sezgiyle veri analizinin birleştiği noktada doğa ile kurulan teması ele alıyor.

""
Büyük beyaz balıkçıl, Karacabey Longozu’nda zamana karşı sessizce direniyor. Bir kuşun varlığı, bir ekosistemin sağlığına dair en net göstergedir. Kayıt altına alınan her an, geleceğe bırakılan bir iz gibi. / Fotoğraf: Alper Tüydeş
Doğanın Hafızası: Ağaçlar, Kuşlar ve Altıncı Yok Oluş
 

Doğanın Hafızası: Ağaçlar, Kuşlar ve Altıncı Yok Oluş

podcast servisi: iTunes / RSS

Satırbaşları:

  • Doğaya bakmak bir gözlem değil, bir zaman yolculuğudur. Ağaç halkaları, kuş göçleri ve kaybolan sulak alanlar bize gezegenin geçmişini ve geleceğini anlatır.
     
  • İklim değişiyor, doğa sinyaller gönderiyor —a ama biz hâlâ beton döküyoruz. Oysa gözlem, korumanın ilk adımıdır ve elimizde hâlâ zaman varken yapılacak en anlamlı şey 'hiçbir şey yapmamak' olabilir.
     
  • Doğayı anlamak için bazen bir anatomi hocasının derin zaman bilgisine, bazen bir fotoğrafçının sezgilerine ihtiyaç vardır. İki farklı bakış birleştiğinde ortaya çıkan şey, sadece bilim değil; sorumluluk, duyarlılık ve birlikte yaşama çağrısıdır.
Tepeli pelikanlardan ördeklere, martılardan uçuşan küçük kuşlara kadar bir aradalığın resmi. Biyoçeşitlilik, yalnızca tür sayısı değil; türlerin birbirine bağlılığı, yaşadıkları alanların bütünlüğü ve birlikte var olabilme kapasiteleridir. Bu fotoğraf, doğanın zenginliğinin görsel bir kaydı ama aynı zamanda şu soruyu da fısıldıyor: “Bu çeşitliliği ne kadar daha koruyabileceğiz?” / Fotoğraf: Alper Tüydeş

Doğayı anlamanın farklı yolları var. Kimimiz derin zamana bakarak bir ağacın halkalarında geçmişin izlerini okuruz, kimimiz ise her gün arazide yaptığımız gözlemlerle yakın çevremizdeki değişimleri kayıt altına alırız. Bu bölümde, anatomi uzmanı Pedram Türkoğlu ve doğa fotoğrafçısı Alper Tüydeş ile bu iki yolu bir araya getiriyoruz. Ortaya çıkan ise sadece bir söyleşi değil; doğayı anlamanın, dokunmanın ve hatırlamanın yolları...

Her yıl 22 Mayıs’ta kutlanan Dünya Biyoçeşitlilik Günü, aslında bir kutlamadan çok bir yüzleşme çağrısı. Kaybolan türleri, değişen habitatları ve sessizleşen doğayı düşünmek için bir durak. Bu program, 27 Mayıs’ta yayınlanıyor olsa da, tam da bu haftanın ruhuna uygun olarak hazırlanmış bir içerik çünkü biyoçeşitliliği korumak sadece bilimsel değil, aynı zamanda etik bir sorumluluk.

Ağaçların hafızasından bataklıkların yok oluşuna, kuşların göç yolculuğundan biyoçeşitliliğin kaybına uzanan bu sohbet, Antroposen Çağı’nda insan etkisinin doğaya biçtiği bedeli tartışıyor ve burada bir bülbül devreye giriyor; kanat açıklığı küçülen, üreme şansı azalan bu küçük göçmen, aslında çok büyük bir değişimin sessiz habercisi. Bülbülün ötüşü kısılırken, sadece bir tür değil, bütün bir doğa tehdit altında çünkü iklim değişimi, artık evrimsel sürecin dahi yetişemeyeceği kadar hızlı.

Bu programda, gözlemle bilimin, sezgiyle veri analizinin birleştiği bir buluşmaya tanıklık edeceksiniz. Doğayı korumak için bazen yapmamız gereken en iyi şeyin ‘hiçbir şey yapmamak’ olduğunu da…

Utku Perktaş: Merhabalar. Antroposen Sohbetler'e hoşgeldiniz, ben Utku Perktaş. Bugün iki çok sevdiğim konuğum var; Alper Tüydeş ve Pedram Türkoğlu ile beraberim. Program ve elin bildiği ya da elin dokunduğu ya da gözün gördüğü diyelim, doğaya iki farklı bakış açısını bugün programa taşımaya çalışacağım. Sorularıma geçmeden önce programın başlığı konusunda biraz bilgi vermek isterim. Elin bildiği, gözün gördüğü derken, doğayla kurulan temastan bahsediyorum ve dolayısıyla iki konuğumun da farklı özellikleri var - bunları programa konu etmeye çalışacağım. Çok fazla lafı uzatmadan iki konuğumu öncelikle tanıtmak istiyorum.

Pedram Türkoğlu, Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesi. Anatomi Anabilim dalında çalışıyor ama tamamıyla bir doğa meraklısı. Biyoloji ile ve özellikle sürüngenlerle yakından ilgili. Konu hakkında da kitabından program sırasında bahsetmeye çalışacağım. Alper Tüydeş
ise yaban hayatı fotoğrafçısı. Özellikle Anadolu ile ilgili çok önemli gözlemleri var. Kuşlara olan yakın ilgisiyle de aslında benim için dikkat çeken bir isim. Konuklarıma hoşgeldiniz diyorum öncelikle. Sevgili Alper ve sevgili Pedram, iyi ki buradasınız ve benim çok hevesle beklediğim bir kaydı yapıyoruz bugün sizinle. İkinizle beraber olmak benim için çok büyük mutluluk, bunu içtenlikle söylüyorum. Hoşgeldiniz.

Alper Tüydeş.: Hoşbulduk. Bizim için de bu böyle gerçekten. Seninle yan yana gelmek bir ayrıcalık. Senin programına konuk olmak da bir ayrıcalık ve bunu Pedram ile yapıyor olmam da işin daha da güzel bir yanı aslında.

U.P.: Burada üçümüzün bir arada olması da ayrı bir şey. Programı canlı yapmıyoruz tabii, kaydı banttan dinliyor dinleyicilerimiz ama stüdyoda değiliz. Bu kaydın hikayesinden kısaca bahsetmek istiyorum; Ben Karacabey'deyim, burada buluştuk. Pedram İstanbul'dan geldi ve Alper ile de yarın sabah erkenden Karacabey'in doğası hakkında çok güzel bir arazi çalışması yapmayı planlıyoruz. Bugün başladık esasında buna ve hazır böyle yan yanayken de ben avantajını kullanmak istedim iki önemli arkadaşımla. Çok teşekkürler tekrardan ve ilk soruma geçmek istiyorum izniniz olursa. Pedram, sen de hoşgeldin ama bu arada senin sesini duymadık...

Pedram Türkoğlu: Şeref duyduk hocam, çok teşekkür ederim tekrardan. Her seferinde söylüyorum sizin programınıza, sizinle yan yana olmak bir onurdur benim için. Teşekkür ediyorum tekrar.

U.P.: Daha önce Pedram ile dinozorlar ve kuşlar arasındaki ilişkiyi tartıştığımız, Pedram’ın kitabı üzerinden bir söyleşi yapmıştık, onu da buradan hatırlatmış olayım.

Uzun bacak (Himantopus himantopus)

Şimdi arkadaşlar doğa tarihi konuşacağız. Doğa tarihi canlıların evrimi kadar bizim onları nasıl gördüğümüz ile de ilgili bir kavram. Dolayısıyla aslında doğa ile ilgileniyorsunuz farklı şekillerde ve ben de doğa tarihi ile ilgileniyorum yani aslında üçümüz de ilgileniyoruz farklı katmanlarda. Sizce bir ağacın ya da bir kuşun şekline bakarken ya da bir kuşu gözlerken, bir ağaca bakarken - biri sezgisel bir gözlemle, diğeri bilimsel bir anatomiyle mesela - doğanın bize anlattığı hikaye nasıl değişiyor? Pedram, seninle mi başlayayım öncelikle.

P.T.: Baktığım zaman sanki ben onların içerisinde kendimden bir parça görüyor gibiyim çünkü baktığım zaman aslında bir ağaca bakıyorum veya bir memeliyle o kadar uzak akraba bir canlı. Yine aynı şekilde o da bir canlı ya da bir gün öncesinde bir böceğe baktığım zaman belki bir böcekle 500 milyon yıl, 600 milyon yıl önce ya da bir ağaçla bir milyar yıl önce ayrıldığımız tarihi görüyorum. Bu da şunu gösteriyor bana; ‘Last universal common ancestor’ yani Türkçesi ile son ortak atayı paylaştığımız o canlıdan ayrıldık ve 1 milyar yıl sonra ben şu an burada oturuyorum, sizinle konuşuyorum ve 1 milyar yıl sonra o diğer soy hattı ise karşımda durup bana bakıyor. O süreci, o hikayeyi anlatıyor bana aslında yani kendimle, kendimden bir parça görüyorum onda.

U.P.: Yani bu belli ölçüde bir derin tarihe bakmak gibi oluyor galiba. Çok çok güzel bir başlangıç oldu, güzel detaylar oldu. Bir de şunu sormak istiyorum; şimdi bir ağacın bir kesitine bakarak kurak dönemleri, yağışlı dönemleri kestirebiliriz aslında. Alper, sen de biraz daha derin zamana giriyorsun, yakın derin zaman diyelim ama ben bir de senin gözlemlerini merak ediyorum yani ben bu kadar fazla gözlem yapamıyorum kendi adıma ama sen sürekli arazidesin benim gördüğüm kadarıyla. Sadece Karacabey’de ya da Bursa çevresinde de değil yani Hatay'da da beraberdik ve sen orada epey bir arazi çalışması yaptın. Bunun biraz da geçmişi var yakın tarihe bakınca yani bugün araziye çıkmış bir insan değilsin. Peki, sen gözlemlerinden bu tür çıkarımlar konusunda ne düşünüyorsun yani böyle şeyler var mı? Mesela şu an burada kuş sesleri duyuyoruz - gece vakti yapıyoruz bu kaydı - bu yakın zaman içerisinde türlerin kompozisyonundaki değişimler dikkatini çekiyor mu? Bu, Bursa için de olabilir, Anadolu içerisinde de olabilir çünkü sadece bir yere gitmiyorsun yani bir yere birden fazla kez gittiğin zaman da oluyor ya da bir kayıt geliyor onu görmeye gidiyorsun ya da şüphelendiğim bir tür oluyor ve onu teyit etmeye gidiyorsun gibi ama bu sırada sadece bir türe bakıp da gelmiyorsun.

A.T.: Tabii ki de.

Karacabey Longozu’ndan bir sülün. Her renkte bir tür, her türde bir hikâye gizli. Karacabey Longozu'nda yankılanan bu sülünün çığlığı, sadece bir bireyin sesi değil, bütün bir ekosistemin varoluş melodisi gibi. Biyoçeşitliliğin sesi hâlâ duyulabiliyor iken onu duymaya ve korumaya değer / Fotoğraf: Alper Tüydeş

U.P.: Bunlar da mesela hiçbir farklılık. Yakın zamanda senin dikkatini çeken ya da farklı diyeceğim bir şey var mı? Çünkü çok net söyleyeyim, bunu ben yapamıyorum, bunu sizler yapıyorsunuz. Belki Pedram da kendi iş yükünden dolayı yapamıyor ama sen bunu daha çok profesyonelce yapmaya çalışıyorsun ve bu bilim insanları için biyoçeşitliliği anlamak adına çok önemli bir şey.

A.T.: Hem iklim değişikliği, hem insan etkisiyle bu anlattıklarından yola çıkarak aslında günden güne gerçekten pek iyi bir gidişat görmüyorum ben. Benim şu an dolu dolu gerçekten 15 yıllık bir geçmişim var ve o 15 yılda kötü bir gidişatın çok hızlı ilerlediğine şahit oluyorum aslında ve genel olarak Anadolu için kesinlikle bu böyle.

Van Gölü'ne birkaç yıl arayla iki kez gittim.
Örneklerini çektiğim o suyun her sene daha da suyunun azalarak, o kuşların daha da oraya tutunamayacak hale geldiğini gördüm. Diğer kuşçular, gözlemciler ile de sürekli irtibat halindeyiz ve artık kışın aradığımız tüyleri bulamıyoruz – mesela Sütlabi ördek görmek artık hayal oldu. Kış türlerimiz burada ama kazları, sakarcaları görmek neredeyse hayal oldu. Bazı türler için bu böyle - mesela büyük Karabaş martı için de bu böyle. Karabaş martıyı ben aramazdım, o beni gelir bulurdu ama son dört-beş yıldır aramama rağmen bir ya da iki tane görüyorum sadece. Karabaş martı, sık olan bir türdü.

U.P.: Göl için gözlemimiz de ilginçti. Mesela 8 metrelerden bahsediyordunuz.

A.T.: Evet.

U.P.: Ben Adem amcayla tanıştım sayende ve Adem amca suyun dört metre azaldığından bahsetti. Koca bir göl sistemi var elimizde ve 50 yıllık bir ömür biçilmiş. Kocaman bir göl esasında ve bu gölü, bölgedeki biyoçeşitliliği de, habitatı da, vejetasyonu da şekillendiren bir su sistemi gibi düşünüyorum.

A.T.: Aslında kuş gözlemi için sadece yolda gördüklerimi değil, gittiğim bölgelerde olası yerlere bakılabilir mi diye Google'ın haritalarına da sık sık bakarak yeni yer arayışlarım oluyor. Oralarda az çok zaten suyun yatağı, suyun dağlardan indiği alüvyonları sürükleyerek oluşturduğu delta ya da ona benzer düzlükleri fark edip oralarda da gözlem yapmaya çalışıyorum ve o alanların da aslında günden güne taşıdığı risklerin farkındayım çünkü sel vs. gibi olaylar bu tarz yerler için had safhadaki riskleri ve buna rağmen insanların bu hafızayı kısa sürede unutup da o alanları da yerleşim alanına dönüştürmüş olması hem doğaya bir darbe, hem de ileride yaşanacak facialar için aslında insanlara bir darbe. Çok çabuk unutuldu.

Burada, kendi yaşadığım şehirde, Karacabey'de bile bundan altı ila yedi yıl önce bizim Bayıraltı dediğimiz bir mevki varve burası Uluabat, Karacabey sınırına kadar gelirdi. Şu anda tarla olan, traktörlerle sürülen tarlalarda ben çok iyi biliyorum pelikanlar, kuğular besleniyorlardı, oralarda geziyorlardı ama şu anda orası tarla ve şu dört beş yılı baz alırsak oralara çiftlikler kurmaya, evler yapmaya başladı insanoğlu. Bu canlılar geri gelecek, bir gün illa gelecek. Belki sürekli olmayacak ama hatırlayacak doğa kendini.

Türkiye'nin her yerinde de buna benzer hikayeler görüyorum. Sahillerde, göl, dere yataklarında, bu tarz yerlerde insanlar o doğanın izini, tarihini unutmuşlar,
geleneğini unutmuşlar ve o günün şartlarıyla yaşamlarını sürdürmek için konutlar yapmışlar. Ben bu şekilde görüyorum vebu yapmış oldukları şey doğayı zora koşuyor. Gelecekte doğa bir şekilde alacağını alır, zaten bırakmaz ve o geldiği zaman üzülen yine insanlar olacak, maalesef yine gazetelerde facia diye bahsedecekler. Aslında şu anda orada o evlerin ya da o yapıların orada oluşu aslında facianın kendisi. Evet, iklim değişikliği zor, dünyamız zor ama insanlar bunu daha da zorlaştırıyorlar. Sadece kısa günün kârı olarak, günlük düşünerek hareket ettikleri için benim en çok izlenimim bu yönde aslında.

Kızılgerdan / Fotoğraf: Alper Tüydeş

U.P.: Anlıyorum. Pedram, aynı konu hakkında sen ne söylersin?

P.T.: Evet, ben de bu konuya bir ekleme yapmak istiyorum. Alper'in dediklerine tamamen katılıyorum ve üstüne bir şey eklemek istiyorum. Şu anki gezegende memeli popülasyon sayısı o kadar fazla ki… İnsan türü, memeliden ziyade bir parazit gibi davranmaya başlıyor ve artık bu hale geldiği için zaten artık dünyada üstüne bir de sosyokültürel seviyeler geliyor, işin içine bir de ticaret giriyor. Kendi yaptığımız, inşa ettiğimiz şeyler o kültürde biyolojiye etki etmeye başlıyor. Hal böyle olunca da doğaya doğrudan etki etmeye başlıyoruz ve zaten vakti zamanında insanın Afrika'dan çıktıktan sonra vardığı her kıtada büyük memeli popülasyonunu zaten indirdiğini biliyoruz. Yaklaşık 25 kilonun memelilerin hepsinin popülasyonunu azaltıyor ve bir de üstüne bir de 8 milyar bireylik popülasyonu da düşündüğünüz zaman bir gezegenin bunu kaldırabilmesi mümkün değil.

Koruma programları var mı? Var. Yeşil kaplumbağaların, Pandanın türünü gördüğünüz gibi IUCN seviyesinde yükseltmeye kadar getirebiliyorlar yani çok ciddi fon alan koruma programları var ama bunun yanında baktığınız zaman elden giden kısım daha fazla aslında yani bardağın çok ufak tarafından bakınca kendimizi mutlu ediyoruz ama bir de işin içinde gerçekten önümüzdeki yüzyıl içinde yok olacak memeli popülasyonun istatistiği çok yüksek bir sayıydı. Bizim için bir de işin bu bakış açısı var. Biz insan olarak baktığımız zaman çoğu akraba olan, bizden uzak hayvanlara empati kuramıyoruz yani bir köpek ile kurduğumuz empati ile bir böcek ile kurduğumuz empati arasında çok büyük bir fark var. Bu da bizim aslında ne kadar uzak akraba olduğumuz ve yakın akraba olduğumuz ile aslında doğrudan ilişkili. 600 milyon yıl önce ayrılan bir soy ile yeterince empati kuramıyoruz aslında. O biyoçeşitliğin ta kendisi ve onun bir Homo sapiens’ten hiç bir farkı yok. Dolayısıyla böyle olunca da en basitinden sulak alanlara biz değer vermiyoruz artık. Sulak alanlar bir nevi Ekvator bölgeleri gibi biyoçeşitliliğin en yüksek olduğu alanlardan biri.

Ben bir gözlem anısı paylaşmak istiyorum burada; Balıkesir'de, Ayvalık'ta bir yol kenarındaki ufacık bir su birikintisinde Kum kuşlarından tutun da uzun bacaklara kadar yaklaşık 15'e yakın su kuşu türü saymıştım. Bir de işin içinde sürüngenler vardı, iki tane çizgili kaplumbağa türü vardı. Düşünün, kimsenin yüzüne bakmadığı bir su birikintisi, sadece yol kenarında duruyor ve bu kadar büyük bir çeşitliliği, biyoçeşitliliği elimizde tutmuyoruz. Aksine orayı kurutup üstüne bir de inşa etmeye, yapı inşa etmeye başladığımız zaman biyoçeşitliliğin yok olmaması mümkün değil. En basitinden ben vakti zamanında öğrenciyken Bülent Ecevit Üniversitesi'nde en yakın arazi yapabileceğimiz yerlerden biri Zonguldak'taki Filyos'tu. Sürekli Filyos'a gidip geldiğim zaman direkt doğrudan o değişimi görüyordum. Çok değerli bir alandı. İlk gittiğimiz zamanlarda 70'e yakın tür görüyorduk ama gittikçe sayı azalmaya başladı - bir sonraki sene 50, bir sonraki sene 30... En son gittiğimiz zaman artık beş türü zor çıkardık. Neden? Çünkü karşıda bir baraj inşa edilmeye başlandı, liman inşa edilmeye başlıyordu ve o liman bütün biyoçeşitliliği altüst etti. Düşünün, o inanılmaz yüksek biyoçeşitlilik sadece bir liman yüzünden yok oldu ve bu şekilde gittiği zaman ne olacak? Eninde sonunda dünyanın biyoçeşitliliği sadece Homo sapiens’lere bırakmak zorunda kalacağız.

U.P.: Senin bu gözlemlerin de birkaç yıla yayılmış gözlemler.

A.T.: Ankara Mogan Gölü mesela. Mogan Gölü'nde gözlem yaptığım ilk zamanlarda tek başıma gidip, tek başıma çıktığım alanlar şu anda hobi bahçeleri başta olmak üzere yapılan çiftlik evlerinden ya da benzeri evlerden, yapılardan yürünmüyor ve artık insanların özel mülküne girmiş gibi kendimi huzursuz hissetmeye başlıyorum. Aslında doğanın ta kendisi buralar yani Hatay da öyle, sahil şeridi de aynı şekilde ki şu sıralar gündemde ve inşallah güzel haberler gelir ama orası da aynı şekilde. Günden güne molozlarla yapılan evleri herkes kendi alanına çevirip oradan sahile yakın olması için yer kapmaya çalışıyor. Benzer durum Riva’da da var. İklimini gördüğüm ilk başladığım yıllarda yayla gibi tepeleri, açıklıkları olan Karadeniz çok harika bir yer iken bugün sitelerle inşaat şantiyesine dönmüş durumda ve hala Türkiye'deki bazı türleri sadece orada görmek mümkün.

U.P.: Arı kuşlarının yuvasını hatırlıyorum.

Büyük baştankara / Fotoğraf: Alper Tüydeş

A.T.: Hâlâ Riva'da Dağ cılıbıtılarının gözüktükleri o bir haftalık tarih aralığını kolluyor kuş fotoğrafçıları. Türkiye'de başka bir yerde çok istisna denk gelme ihtimali ama İstanbul Riva'da üreme formunda baharda göç ederken, Karadeniz'i açmadan önce son benzin istasyonları, son dinlenme tesisleri orası olduğu için orada birkaç gün kalıp sonrasında Karadeniz'i aşacak şekilde uçuyor, oradan kalkıyorlar. Turnalar hala İstanbul'da gözükürse orada gözüküyor. Leylekler, Avrupa'ya geçmeden önceki son durakları yine İstanbul Riva tarafları. Sülün ve Karaca hala görülebiliyor orada.

Kuşlar bize şunun da sinyalini veriyorlar; İstanbul'da, Riva'da yani Karadeniz'in kıyısında, Karadeniz'in olduğu yerde küçük Çöl Toygarı kaydı geldi yani Çöl kuyruklarının kaydı geldi. Aslında kuşlar bu isimlerle de ve denk gelişleri ile de bize doğadaki değişimin sinyallerini de veriyorlar ve bunu 25 yıldır veriyorlar. Ali Atahan, “Biz, Çöl koşarını yıllar önce Güneydoğu'da belirli bir alanda tek tük görürdük ve bununla mutlu olurduk,” diyor. Şu anda bahsettiğim kuşun Afyon'dan üreme kaydı geldi, iki yıl önce Afyon'a kadar çıktılar. Artık güneyde, Urfa'dan tutun da doğuya doğru gittikçe o alanlarda Urfa bunun pik yaptığı bir yer. Her yerde şu anda fazlasıyla görülebiliyorlar.

U.P.: Çok acayip bir şey. Şimdi benim burada dikkat çekmek istediğim nokta şuydu; bir arkadaşım bilimin içinde ve ornitolojiyle ya da biyoçeşitlilikle yakından ilgili ama tür olarak bu konuda pür bilim yapmıyor, gözlemleriyle bu durumu, bu süreci destekliyor ve ikisinin aslında yaptığı gözlemler ve düşünce tarzı birleştiğinde bu işi pür olarak bilimsel olarak yapan biyoçeşitlilik için bile çok önemli katkılar sağladıkları ortada. Dolayısıyla doğaya dokunmak bu anlamda çok farklı şekillerde mümkün olabiliyor ve bunların kombinasyonu bize niteliği yüksek sonuçların ortaya çıkmasını ve gezegenin sağlığı hakkında da bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Ben de bunun altını çizmek istiyorum. Bu güzel bir başlangıç oldu ve çok katmanlı bir soruydu esasında. O yüzden de aslında biraz vaktimizi aldı ama şimdi kısaca kapanışı yaparken şunu sormak istiyorum size; Alpe, program öncesindeki söyleşimiz sohbetimiz sırasında söylemişti, Elizabeth Kolbert’in Altıncı Yok Oluş kitabından bahsetmişti ve Türkçe'ye de çevrilmişti bu kitap. Dolayısıyla o kitaptan bakarak yok oluşlardan bahsettik esasında ve Antroposen Çağı içerisindeki bir dönemdi. Antroposen Çağı'nda sizin ikiniz için doğanın bedelini okumak dediğimde acaba ne düşünürsünüz?

A.T.: Yani aslında kitabı okuduğumda endişelerimi daha da arttıran taraflar oldu ama genel olarak baktığımızda kitabın sonuna geldiğimde bende bıraktığı hissiyat aslında şöyle oldu; biz kendi yaşadığımız dünyayı kendi yaşadığımız zaman içerisinde iyileştirmeye, güzelleştirmeye çalışıyoruz. Gün gelecek dünya altıncı resetini atacak, altıncı yeni bir sayfa açacak. Belki biz hiç olmayacağız, belki bir kısmımız olacak. Bu dünya, doğa yine bir yolunu bulup belki yeniden baştan başlayacak. Olan bize olacak. Biz içinde bulunduğumuz zamanda bizim içinde bulunduğumuz dönemi yaşanabilir ve aslında o süreyi uzatmanın, daha iyileştirmenin ve her canlı için eşit olmasını sağlamakla uğraşıyoruz. Uzun uğraşımız bu aslında, bu kitabı okuduktan sonra benim edindiğim izlenim bu ve aslında iklim değişikliği vs.’den bahsediyoruz ama bunlar da son 15 ila 20 yılda pik yaptı ama bu kitap, son 100 yıl içinde yaşanmış olan olayları da derlemiş ve oralarda da edindiğimiz izlenim sadece iklim değişikliği değil; insanoğlunun etkisiyle başlayan bir yok oluş var aslında. Bizim ise 20 yıldır gündemimizde, 15 ila 20 yıldır gündemimizde.

Görünmezliğin sanatı: Ahaetulla nasuta. Doğa, her türü bir cevap olarak şekillendirir. Bu incecik yılanın yeşil bir sarmaşığa dönüşmesi, biyoçeşitliliğin yalnızca sayı değil, aynı zamanda hayal gücü olduğunu hatırlatıyor / Fotoğraf: Pedram Türkoğlu

U.P.: Bugünü aslında kurtarmaya çalışıyoruz ama geleceği dikkate alarak gelecek kuşaklar için yani çocuklarımız için, sizlerin çocukları, bizlerin çocukları ya da bundan sonra gelecek kuşaklar için doğru düzgün bir gezegen bırakmamız gerekiyor esasında. Ben burada bir de az önceki konumuzun üstüne de bir ekleme yaparak söylemek istiyorum; bu, benim bakış açım olarak en sevdiğim kitaplardan birisi olan Soluk Mavi Nokta'yı düşündürüyor. Orada da Carl Sagan söylüyordu, “Her avcı, her doktrin, her çift, her aşık için bütün o kurallar, sadece ufak bir dakikalığına veya saniyeliğine bu ufacık soluk mavi noktayı hükmetmek için.” Dünyaya bu yaptığımız şeyler yani bütün bunlar sadece bu dakikada, bir saniyelik bir zaman diliminde, bu evrimsel tarihe hükmetmek için değer mi? Bunun bedeli mi? Bu, şu an dünyanın ödediği ama vakti zamanında beş yok oluş gerçekleşti. Bu da altıncı yok oluş ve bu altıncı yok oluş aslında bir nevi kendimizin sorumlu olduğu bir yok oluş. Bence insan türü olarak bunun da sorumluluğunu almamız ve bu gerçekle yüzleşmemiz lazım. Bunu sadece söz gelimi olarak söylemiyorum. Her biyolojik veya her yaptığımız davranışın doğaya bir yansıması olduğunu kabul etmemiz lazım. Alper'in de dediği gibi, son 20 yıldır var. Plastik poşetlerin kaldırılıp karton poşetlerin gelmesi de hep bununla ilgili yani ben bunu biraz daha sorumlulukla bağdaştırıyorum artık.

A.T.: Az önce bataklıklarla ilgili, sulak alanlarla ilgili güzel bir konuya değindin ki hakikaten bizim doğada en hızlıca gözden çıkardığımız alanlar genelde bataklıklar oluyor ya da bozkırlar... Çorak zaten, burada ot bile bitmez deyip de kestirip atılan bozkırlar ama her adımda Bozkır kartalı olan, Bozkır ötleğeni gibi kuş tüylerimiz var buralarda. Bozkırlara ait olan sürüngen ve kelebeklerimiz var. Bozkır da en az ormanlar kadar ihtiyacımız olan bir alan.

U.P.: Ormandan daha da çeşitli, çok fazla tür var.

A.T.: Dünyada yanlış hatırlamıyorsam sulak alanlar %3'ü oluşturuyor karbon salınımının engellenmesinde ya da daha yüksek oranlarda yani bir de böyle bir etkeni var. Ben mesela sık sık okullarda eğitimlere, davetlere fotoğrafları, kuşları göstermek adına gittiğimde eğer kitle biraz dinliyor ise bu konulara da girmeye çalışıyorum ve diyorum ki ‘Bataklıklar da en az ormanlar kadar önemlidir.” Bozkır'da gördüğüm fotoğrafları ve videoları gösteriyorum, bataklıkları anlatıyorum ve en çok çektiğim alan da genelde bataklıklar.

Ormana girdiğim zaman gördüğüm tür sayısı 15 ila 20’yi geçmez bataklık kenarındaki longoz ormanı da bir bataklık ormandır ve ben bir günde 100 tür gördüğüm zamanları buralarda geçirdim. Bu kadar kuş ve hayvan bir yeri tercih ediyor ise o yer zaten boşuna değildir.

Scarabaeus sacer. Toprağın altındaki yaşamı mümkün kılan, döngüyü sürdüren bir mimar. Biyoçeşitlilik, sadece rengârenk kuşlar ve büyük memeliler değil, aynı zamanda bu küçük işçilerle tamamlanan bir denge meselesidir / Fotoğraf: Pedram Türkoğlu

P.T.: Yusufçuk'un o bataklıktan çıkıp nimfini bırakıp yetişkin olması, kurbağaların yavrularının büyümesi, su yılanlarının gelmesi… Bunlar inanılmaz önemli.

A.T.: Birbirini tetikleyen bir döngü içerisinde.

U.P.: Memelisinden böceğine, böceğinden mikro organizmasına, kuşuna yani çok ufacık bir alanda bunu gözlemleyebiliyorsunuz. O yüzden hem keyifli, hem de verimli.

A.T.: Sığ sular, bataklıklar ve dere ve göl taşkınları… Bunlar aslında çok önemli ama bizler günümüzde baraj yapmayı marifet sanıyoruz. Göllerin, derelerin yataklarını betonlarla havuza çevirip kuşlara beslenebilecek, diğer canlıları besleyecek bir sığ alan bırakmıyoruz ve biz onu koruduk sanıyoruz. Setler yaparak onu orada tutmuş oluyoruz ve aslında suyun da debisini yükseltmiş oluyoruz. Bu aslında iyi değil, aksine kötü bir şey. Suyun yayılımını, sığlığını kaybetmek canlının o sudan faydalanmasının önüne geçiyor aslında.

Yılan kartalı / Fotoğraf: Alper Tüydeş

P.T.: Aslında güzel bir noktaya değindin burada da. Şunu farkediyoruz; insan türü olarak bir şeyi yok ediyoruz ve yok ettikten sonra başka bir şeyle onu yerine koyup korumaya çalışıyoruz. Bataklığı kurutuyoruz, yerine kızılçam dikip ağaçlandırdık diyoruz. Halbuki oradaki giden 100 türün yerine gelen bir istilacı tür olmuş oluyor.

A.T.: Yanlış hatırlamıyorsam Bodrum'da Küdür Yarımadası (Yalıkavak) var ve orası yine bir makilik, açıklık bir alan. Yıllar önce doğa severler ‘burayo ağaçlandıralım, burada da orman olsun’ diye bir mücadele vermeye kalkmışlar. Allahtan orada Doğa Derneği’nden tanıdığım bir arkadaşım var ve çok da aktivist güzel bir kadroları var. Neyse ki karşı çıkıyorlar ve insanlarla yaptıkları konuşmalarda ‘Hayır, oraya ağaç dikemezsiniz’ diye bunun mücadelesini veriyorlar ve başarılı da oldular, ağaç diktirmediler oraya çünkü az önce dediğiniz gibi, orası bozkır, çorak bir arazi olarak gördükleri için aslında diğerleri de iyi niyetli çıkıyorlar ama doğada iyi niyeti, sevgiyi değil, olması gerekeni konuşmak lazım. Bu hikayeyi anlatırlarken orada endemik olan bir kelebek türü olduğunu öğrenmiştim, onu yok edeceklerdi çünkü ağaçlar çıkınca olacak gölge ile birlikte o kelebeğin beslendiği yerler ya da onun beslendiği bitkiler artık çıkmamaya başlayacak ağaçlardan dolayı ki %90 da çam dikeceğiz çünkü bizim ülkede genel olarak çam dikme hastalığı var.

P.T.: Çam eşittir yaşam.

A.T.: Yani çam altına iğnelerini bırakıp orada toprağı da aslında sadeleştiriyor bir yandan da ve çok iyi bir şey değil yani kısıtlıyor. Orman açıklıklarında, yaylalarda ya da yayla gibi bir açık bıraktıysa ormanda diyorum ki ‘Burayı açık bırakmanız gerekiyor, doğanın bir bildiği vardır’.

Karacalar, geyikler ormana saklanmaya gidiyorlar, beslenmek için ormana gidiyorlar, en çok canlı çeşitliliği orman sınırlarında yani ormanın içine girildiği zaman tür sayısı çok artmıyor. Herkes arttığını sanıyor ama hayır! Orman sınırlarında ormana yakın açıklıklar, tür çeşitliliği fazladır. Mesela biz de ‘burası açık kalmış, burayı da biz tamamlayalım’ deyip ormanı ağaçlandırmaya çalışıyoruz. Yani yanlış yaptığımız takdirde ağaç dikmeyle bile çevreye zarar verme ihtimalimiz var. Benim sunumlarımda da doğru bildiğimiz yanlışlar ve yanlış bildiğimiz doğrular diye bir başlığım var ve bunları da onlar arasında sayıyorum.

Kurumuş gövdesine rağmen ayakta kalan bu yaşlı ağaç hem barındırdığı canlılara yaşam alanı sunuyor, hem de bulunduğu ekosistemin geçmişine dair izler taşıyor. Biyoçeşitlilik yalnızca yeşeren değil, çürüyen ve dönüşen yapılarla da devam eder / Fotoğraf: Alper Tüydeş

U.P.: Galat-ı meşhurlarımız, öyle de diyebiliriz.

P.T.: Hafife alıyoruz doğayı. Aslında doğacı olmak, insanın egosunu tatmin etmek yani ‘Sen yanlış yapıyorsun doğa, baksana doğrusunu söylüyoruz’.

A.T.: Doğaya yön vermeye çalışıyoruz ama ben hep şunu da söylerim ve bu da bu cümlenin kapanışı olsun; doğa için bir şeyler yapmak istiyorlar ise çok basit bir şey:  Hiçbir şey yapmamak yani hakikaten hiçbir şey yapmamak - en kolayı, en ucuzu ve en güzeli. Doğa için bir şey yapmak istiyorsanız doğaya hiçbir şey yapmayın. Akan suya bakın, düşen dalı yerden toplamayın, çürüyen bir ağaca ellemeyin. Bırakın orada çürüsün, kurusun, kalsın. Onun sağladığı fayda yaşayan ağaçtan belki de daha fazla. Çok doğru yani akan suyun önünü kesip baraj yapmak insan için sadece bir şey yapıyor ama geri kalan hepsini etkiliyor.

U.P.: Ek bir bilgi veriyorum; ağaçların gizli yaşamına bakıyordum geçen hafta ve ölü ağaç dedin ya ölü ağaç, bir ormanda iletişim kurarken diğer aynı türdeşleriyle iletişim kurarak aslında canlılığını devam ettiren bir ağaç oluyormuş. Benim de çok dikkatimi çeken bir şeydi bu.

A.T.: Babam, geleneksel kadim bir bilgi olarak bunu bana anlatırdı; ağaçlar kendinden sonraki ağaçlara bilgi verirler yani bir hastalık var ise bunu önlem olarak alsın gibi. 

U.P.: Ağaçlar arasındaki arkadaşlık çok kadim.

A.T.: Evet, ağaçları insanlar da fark etmiş, günümüze gelmiş yani babam senin okuduğun kitapları okumadı.

U.P.: Tabii, tabii. Peki, gözlem neden önemli?

A.T.: Geleneksel, vatandaş bilimi...

U.P.: İşin en başında altını çizdiğimiz nokta. Vatandaş bilimi ve şimdiki de onun modern ismi ama o basit gözlem olayı ne kadar önemli bunu ortaya koyuyoruz.

P.T.: Alper'in dediğinin üstüne eklemek bana düşmez artık, çok güzel bir finale getirdi. Burada ufak bir ekleme yapmak isterim yine de; aslında var olanı korumak yani buradaki bizim mottomuz. Son zamanlarda çıkan şu meşhır haber vardır türetim ile ilgili; ulu kurtlar. Benim dertli olduğum bir konu bu yani şu an çok fazla çalışma yapılıyor, çok popüler, Jurassic Park’tan etkilenmeler var vs. Bu çalışmalara bir şekilde bir de insanların fon bulması var ama baktığınız zaman zaten 'critical endangered' yani bu seviyeye gelen bir türün zaten doğaya tekrardan yükselmesi inanılmaz zor çünkü o popülasyon darboğaza geliyor, gen çeşitliliği azalıyor, gen havuzu daralıyor. Bir de o tür yok olduktan sonra siz elle ürettiğinizi düşünün. Tarihte, evrimsel tarihte böyle bir hayvanın tekrardan doğaya kazanılması, doğadaki diğer hayvanlara etki etmesi ve onların da üreme başarısını düşürmesi çok büyük olasılık. Dolayısıyla bunları bu kadar maliyetli yapacağımıza var olanı koruyabilsek zaten asıl olacak olan bu olmalı yani biz karga deyip geçiyoruz sokaktaki kuşa ya da işte serçe deyip geçiyoruz ama serçenin nesli tükenmeye yaklaştığı zaman kıymetleniyor. Böyle olmaması lazım. Her türün şu anki haliyle var olabilir, korunması, korunabilmesi lazım.

Bu görüntü, ekosistemlerin taşıyıcı unsurlarının nasıl değiştiğini ve türlerin bu değişimlere nasıl yanıt verdiğini düşündürüyor / Fotoğraf: Alper Tüydeş

A.T.: Tek kaybettiğimiz tür o olsa haydi onun için bir mücadele verelim ama ortada bu kadar kayıp varken sırf işin reklam boyutundan kaynaklı olarak bu yapıluyor yani kimse bir böcek türünü geri getirmeye çalışmaz.

P.T.: Game of Thrones kurdu çalışır.

U.P.: Evet, arkadaşlar çok güzel bir söyleşi oldu yarım saatte tamamladık gibi. Ben de bu ulu kurtlardan bahsedince son bir bilgi vereceğim; ne yazık ki günümüzde şöyle bir popülizm yapılıyor. ABD Başkanı da bu yapılan çalışmalar sonucunda bunu desteklemeye başlamış, ‘Artık türlerin yok olmasından bahsetmeyeceğiz. Yok oldu artık deyip yeniden hayata döndürebileceğiz türleri’ diyor. Bakın, ABD’de bir firma bunu yapabiliyor. Dolayısıyla artık türlerin yok olmasından endişe etmeyin deyip bambaşka bir noktaya doğru gidebilir konu.

Biyoçeşitliğin hiçbir bileşenini, türünü tekrardan ortaya çıkarma şansımız yok. Giden gider arkadaşlar ama iklim değişimini geri çevirebiliriz, küresel ısınmayı durdurabiliriz, Giden türü yani bugün bir kızılgerdanı, kuş türü olarak bir bülbülü ya da bir bataklık kırlangıcını geri getirme şansımız yok arkadaşlar, bu mümkün değil.

U.P.: Evet, evrimsel süreçlerle oluyor bu yani düşünsenize, dinozorlar yok oldu, biz bu nedenle bugün burada konuşabiliyoruz. Dİnozorlara bir meteor çarptı, kuşlar yükseldi, memeliler ortaya çıktı. Belki meteor dünyaya çarpmasaydı Homo sapiens diye bir şey olmayacaktı, değil mi?

A.T.: Evet.

U.P.: Bunların tekrardan dünyaya gelmesi mümkün değil. Aynı şey Homo sapiens için de geçerli yani yok olduğunda tekrar Homo sapiens’i ortaya çıkarmamız da mümkün değil.

A.T.: Dinozorlar zaten gelmesin.

P.T.: Zaten varlar, buradalar.

Empusa fasciata: Doğada çevresine uyum sağlayarak varlığını sürdüren bir tür / Fotoğraf: Pedram Türkoğlu 

U.P.: Programı bitirirken ikinize de çok teşekkür ediyorum. Bugün konuklarım iki değerli arkadaşım Pedram Türkoğlu ve Alper Tüydeş oldu. Çok güzel bir söyleşi yaptığımızı düşünüyorum ve Pedram ile Antroposen Sohbetler'de daha önce de bir söyleşimiz var, ben buradan tekrar hatırlatmak istiyorum. Dinleyicilerimiz o söyleşiyi Antroposen Sohbetler'in kayıt arşivinden dinleyebilirler ve şu soruyu da buraya bırakayım: 'Dinozorlar gerçekten yok oldu mu?' Bu sorunun cevabını duymak isteyenler de o programa ve Pedram'ın Yaşayan Dinozor: Avian - Kuşların Evrimi ve Atalarının Serüveni adlı kitabına bakabilirler.

Programın sonuna gelmişken bugün birkaç kitaptan bahsettik. Altıncı Yok Oluş'u buraya bir not olarak düşelim, dinleyicilerimiz için de bir okuma önerisi olsun. Alper, ne dersin?

A.T.: Kesinlikle.

U.P.: Ayrıca Ağaçların Gizli Yaşamı kitabından da bahsettik, o da çok güzel bir kitaptı ve programın sonuna geldik. Önümüzdeki haftalarda yeniden Antroposen Sohbetler'de buluşmak üzere hoşçakalın.