78. Cannes Film Festivali'nde ilk hafta geride kalmışken, Melis Behlil Açık Dergi'ye bağlanarak Cannes'dan bildiriyor.
İlksen Mavituna: Açık Dergi’de bu akşam 78. Cannes Film Festivali'ne uzanıyoruz. Festivali alanda takip eden sevgili programcımız, akademisyen Melis Behlil, festivalinin geride kalan bir haftasını ve öne çıkan yapıtları değerlendirmek için bizimle. Klasikler pek tat vermiyor başlığıyla sunuyoruz bu bölümü sizlere. Zira büyük yönetmenlerin, auteurlerin büyük beklentiler yaratan son yapıtlarından ziyade Sirât, Renoir ya da In die Sonne schauen gibi sürpriz filmlerin bu sene favoriler arasında olduğundan bahsediyor sevgili Melis Behlil. Hakeza Cannes’ın müdavimlerinden Nanni Moretti ve Ken Loach gibi ustaların bu yıl zaten olmayışı da klasik kanadı zayıf göstermekte.

Juliette Binoche’un festivalin jüri başkanlığına üstlendiği yarışma bölümünde altı kadın yönetmenin yer aldığını da belirtmek lazım. Birazdan Melis’in de bahsedeceği iki isim, Chi Hayakawa ve Mascha Schilinski’nin yanı sıra Julia Ducournau, Kelly Reichardt, Hafsia Herzi ve Carla Simón'un isimlerini analım. Yarışmada bu altı kadın yönetmenin ağırlığı, Avrupa basınında Cannes’ın cinsiyet eşitliğine verdiği öneme dair bir işaret olarak da okundu. Yıllardır süregelen tartışmaları takiben, bu noktaya gelindiğini görüyoruz.
Festivalin merakla beklenen filmleri arasında O Segredo da Agenda’nın olduğuna değinebiliriz (Melis birazdan notlarını paylaşacak) Kleber Mendonça Filho’nun yönettiği Brezilya-Fransa ortak yapımı film, 1970'lerdeki askeri diktatörlük döneminde geçen bir politik gerilimdi. Yanı sıra Lav Diaz’ın yönettiği Magellan. Portekizli kaşif Ferdinand Magellan'ın Filipinler'deki seferlerini konu alan bir yapıt bu. Diaz’ın Essential Truths of the Lake’i sonrasında beklenen ilgi, bu yılki Magellan'la tam sağlanamadı deniyor.
Magellan
Sözü fazla uzatmadan Melis Behlil’e bırakıyoruz.
Melis Behlil: İyi akşamlar, Cannes Film Festivali'nden merhaba.
2025 Cannes Film Festivali yarılandı, hatta yarıyı geçti. Hatta festivalin pazar kısmı, yani Marché du Film sona erdi ve buradaki yoğunluk yavaş yavaş dağılmaya başlıyor. Festivalin en büyük bölümlerinden biri aslında bu pazar. Gelen pek çok sinemacı, şu anki filmleriyle değil, ilerideki projelerini sunmak, ortak yapımcılar ve fon bulmak amacıyla buradalar. Ana festival binasının altındaki büyük pazar yeri birkaç gündür çok yoğun toplantılara sahne oluyordu. Bugün itibariyle biraz sakinleşiyor.
Aynı zamanda Cannes’da gördüğümüz hep güneşli havalar, palmiyeler iken Salı günü itibariyle -hatta Pazartesi akşamı- başlayan fırtınalar ve yağmurla festivalciler neye uğradıklarını şaşırdılar. Fransa'nın güneyinde, Mayıs sonunda hiç beklenmeyecek bir yağmur ve soğuk var şu anda Cannes'da. Bu da insanları daha da film izlemeye yöneltecek gibi -ki salonlar zaten çok yoğun.
Dünyanın sinemacılarının çok büyük bir kısmı Cannes'da şu anda. Yarışma filmlerinin de aşağı yukarı yarıdan fazlası gösterildi. Prömiyerler yapıldı, filmler ayakta alkışlandı. (Bu hep söyleniyor; “şu kadar dakika ayakta alkışlandı” diye. O zaten bir gelenek. Her film illa ki ayakta alkışlanıyor. Oradan bir şeyi ölçmek pek mümkün olmuyor). Ama dışarıda konuşulanlar, kulaktan kulağa gezenler, ilk gösterimden sonra asla yer bulunamayan filmlerle aslında bazılarının daha beğenilmiş oldukları anlaşılıyor.
Şimdiye kadar gösterilenler arasında, yarışma filmlerinde en çok üç film öne çıktı gibi. (En azından buradaki kulaktan kulağa olarak.)
Sirât ekibi.
Biri Oliver Laxe’ın Sirât adlı filmi -ki bizim bildiğimiz “sırat” köprüsü demek. Fas’ta geçen bir hikaye. Genel olarak, kime sorduysam -ben henüz görme fırsatı bulamadım- herkesten bir Sirât duyuluyor. Onun dışında, Japonya'dan Chie Hayakawa’nın Renoir adlı filmi de bir hayli beğenilmiş gibi. Bir de Almanya'dan Mascha Schilinski'den In die Sonne schauen ilk günlerin çok beğenilen yapımlarından biri oldu.
Onun dışında, çok tanınmış isimlerin filmleri biraz hayal kırıklığı yarattı gibi. Mesela Wes Anderson, yine “çok Wes Anderson”. O tarzı sevenler herhalde yine izleyecekler ama, o özgün tarzını o kadar tekrar etti ki, artık bir özgünlüğü kalmadı. The Phoenician Scheme, “Finike Komplosu” diye çevrileceğini ümit ediyorum. Ari Aster'ın Eddington’u çok beğenilmedi. 2020 yılında bir yandan pandemi, bir yandan protestolar sürerken Amerika'da bir ufak kasabada geçiyor. Bir gerilim var yine ama fazlasıyla didaktik olduğunu duydum izleyenlerden.
The Phoenician Scheme
Bunun dışında... Richard Linklater'ın Nouvelle Vague, “Yeni Dalga” filmi tabii ki sinefiller arasında ilgi çekti. Çünkü 1950'lerin sonunda Jean-Luc Godard'ın Serseri Aşıklar’ı çekme hikayesini anlatıyor.Tabii bunun Cannes'da prömiyerini yapması da bir çemberi tamamlıyor gibi. Sevildi, alkışlandı ama genel izleyici de ne kadar karşılık bulur onu pek bilemiyorum açıkçası.
Nouvelle Vague
Sergei Loznitsa'nın Two Prosecutors, “İki Savcı”sı neredeyse hiç konuşulmadan kayboldu. Kleber Mendonça Filho'nun The Secret Agent, “Gizli Ajan”ı, iki buçuk saatlik süresiyle – ben dahil izleyiciler arada kaldı gibi. Bir yandan iyi bir film, bir yandan “İki buçuk saat sürmesi gerekiyor mu hakikaten?” gibi sorular, kimle konuşsam geliyor. Yine 1970’ler Brezilyasında geçen bir film; geçtiğimiz sene zaten Ben Hâlâ Buradayım’la o döneme bir gitmiştik. Yine böyle, askeri yönetim esnasında hükümetle ters düşen ve hayatta kalmaya çalışan bir araştırmacının öyküsünü yavaş yavaş anlatıyor bize. Bir yandan heyecanlı, bir yandan ise epey bir vakit alıyor bazı şeylere varmamız.
Bunlar dışında yine pek konuşulmayan Dominic Moll’ün Dosya 137’ı var. Die My Love, Lynne Ramsay’nin filmi epey bir hayal kırıklığı yarattı. Müthiş bir ses tasarımı, ve görsel dili çok iyi ama anlattığı hikâye bende pek karşılığını bulamadı- en azından konuştuğum, en azından sinema yazarları arasında da böyle. Herkesin girmeye çalışıp, heyecanlanıp sonra da bahsi geçmeyen filmlerden. Tarık Saleh’in üçlemesinin son filmi Eagles of the Republic, “Cumhuriyet’in Kartalları” da yine böyle popüler olabilecek, çok da heyecan vermeyen ama iyi yapılmış bir film olarak söyleniyor. Hâlâ gösterilmeyen filmler arasında tabii Joachim Trier var, Carla Simón’un filmi var, Dardenne Kardeşler var.
Eagles of the Republic
Bugün Cafer Panahi’nin Basit Bir Kaza adlı filmi gösteriliyor. Ben ilginç buldum. Bu seneki filmlerin böyle biraz sonlarıyla problemleri var. Sonuna kadar gelip sonra sanki ne yapacaklarına karar veremeyip, bir Deus Ex Machina veya havada bırakarak bitirme halleri var. Panahi’ninki de açık bitiyor ama daha fazlasını söylemeyeyim tabii. Dediğim gibi önümüzdeki günlerde Çinli yönetmen Bi Gan’ın Resurrection’ı var, o da son gün gösterilecek. Julia Ducournau’nun Alpha’sı dün prömiyer yaptı. Onun da seveni var, sevmeyeni var. Bir önceki filmi Titane’la Altın Palmiye almıştı. En çok konuşulanlar ama Sirât kesinlikle. Herkesten duyduğum bir film de Sound of Falling.
Yan bölümlerde de tabii pek çok değişik ve ilginç film olabiliyor. Ben bir Nijerya filmi görmüş oldum bu vesileyle. İlk defa Cannes’da bir Nijerya filmi oynadı: The Shadow of My Father, “Babamın Gölgesi”. Bir hayli de beğendim. Gördüklerim arasında en iyi bulduklarımdan biri. Tabii ki biraz ilk film ve çok gelişmiş olmayan bir endüstri diyeceğim. Bir yandan dünyanın en fazla film üreten ülkelerinden biri Nijerya. Ama hızlı ve çok da prodüksiyon değerleri yüksek olmayan bir üretim var. Belli ki festivallere yönelik, Batılı izleyiciye yönelik de biraz düşünülerek yapılmış. Ama yine de derdini güzel anlatıyor bence. “Babamın Gölgesi” de önümüzdeki aylarda herhâlde festivallerde gezer diye düşünüyorum.
The Shadow of My Father
Evet, Cannes'da önümüzdeki hafta sonu ödüller verilecek. Daha filmler devam ediyor. Bir yandan bu sene de tekrar immersive bölümü var. Sanal gerçeklik, artırılmış gerçeklik projeleri. Onları da önümüzdeki günlerde belki tekrar bağlanıp paylaşabilirim. Herkese iyi akşamlar, iyi seyirler.
İ. M: Melis Behlil'den 78. Cannes Film Festivali'nin ilk haftası geride kalmışken notlarımız bu şekildeydi. Çok teşekkür ediyoruz bu değerlendirme için.
Bu seneki film festivalinin bir başka önemli gündemi daha vardı. Şimdi bu dosyayı kaparken ona da değinmezsek olmaz. Filistinli foto muhabir Fatma Hassouna; Sepide Farsi'nin yönettiği Put Your Soul on Your Hand and Walk isimli belgeselin başrolünde olan bir isimdi. Hassouna'nın Gazze'deki yaşamını ve savaşın etkilerini belgeleyen bu çalışmanın duyulmasından sonra maalesef kısa bir süre sonra Hassouna ve ailesi İsrail'in Gazze'ye düzenlediği bir hava saldırısında öldürülmüşlerdi. Bu trajik olay da, bu sene festivalde epey yankı buldu denilebilir.
Put Your Soul on Your Hand and Walk
Festivalin açılış gününde aralarında Jonathan Glazer, Nuri Bilge Ceylan, Pedro Almodovar ve David Cronenberg gibi isimlerin de bulunduğu 350'den fazla yönetmen, oyuncu ve yapımcı Gazze'deki şiddeti kınayan ve Fatma Hassouna'nın ölümünü anan bir bildiri imzaladılar. Juliette Binoche da açılış konuşmasında Fatma Hassouna’yı kısaca andı. Festival boyunca da Cate Blanchett, Bela Hadid, Yasmin Trinca, Kanikus Ruti ve Asma El Mudir'in jestlerinin kenara not edildiğini, sessiz protestoların o sırada tarihe not olarak düşürdüğünü belirtmek lazım (sessizlikleri de tabi not ediyoruz). Tabii ki bu sene haliyle Filistin'in yansımasını, hatta Filistinli göçmenlerinin yaşamını konu alan filmlerin de festivalde yer aldığını görmekteyiz. Bunu da kenara not düşürmüş olalım.